19 Şubat 2011 Cumartesi

KUZEY AFRİKA GEZİSİ


İSLAM DİYARLARINDA 19 GÜN ( KUZEY AFRİKA )
Röportaj: İBRAHİM EKEN

TUNUS’A HARAKET
27 Haziran 1966 pazartesi günü saat 6,15 de Hacıbayram Veli Hazretleri civarında Tunus’a gitmek üzere toplandık. Bir cemmi gafir, bizi yolcu etmek için sabahın erken saatinde gelmişlerdi. Bunların şahsi hiç bir arzuları yoktu. Bizi teşyi etmekle bir çıkarları da yoktu. Yüzleri nurlu, kalpleri imanla çarpan mümin kişilerdi bunlar. Dini bir heyeti, din adamlarından müteşekkil bir heyeti Müslüman bir heyeti gönderiyorlardı. Müslümanlar arasında uzun zamandan beril gevşemiş olan iman ve tevhid rabıtasını kuvvetlendirmek istiyorlardı. Bu halleri ile Allah’a kul olmak istiyorlardı.
Saat 6,30 muhterem Diyanet İşleri Başkanı İbrahim Elmalı başta olmak üzere Esenboğa Havaalanına doğru kafile hareket etti. Saat 7,00 de Esenboğa’ya geldik. Alanın o ana kadar bomboş olan salonu dolmuş, cemaati almıyordu. Kimdi bu gelenler? Ak sakallı ihtiyarlar, henüz bıyıkları çıkmamış gençler, orta yaşlı her çağda insan vardır. Bunların arasında her meslekten ed inan vardır. Doktor mühendisi, avukat, subay, tüccar, esnaf işçi, çiftçi, meslekleri ve yaşları başka başka olan bu insanların birbirine benzeyen bir tarafları vardı. Hepsinin yüzü nurlu idi. Hepsinin yüzü nurlu idi. Hepsi neşeli idiler. Hepsinin kalbi imanla çarpıyordu.
Bir ara bir dostum bana sokularak “Ağabey heyecanlısınız” dedi. Bunun söyleyen fakültelerden birinin talebe cemiyeti başkanı idi. İnsan nasıl heyecanlı olmasın. Bu kadar erken saatte üniversite gençliği ile esnafı, tüccarı, işçisi, memuru ile bir noktada toplanmış insanlar, kırılan ümitlerimizi yeniden filizlendiriyordu. İçimden “Kardeşim bana heyecan veren ağlamamak için kendimi zor zapt edişim, sendeki iman ateşini müşahade edişimdendir” diyordum.
Bu sırada “buyurun uçağa” dediler.
Aman yarabbi. O ne dehşeti manzara idi. Gidenlere hepsi bir vazife yüklüyordu.” Oradaki Müslüman’lara bizim sevgi ve selamımızı götürün.” diyorlardı. Hepsi boynumuza sarılıyorlar, bu yolculuğun bütün Türk Milleti için hayırlı olmasını diliyorlar.
Böylece Esenboğa’da Türk Hava Yolları’nın 65 kişilik uçağına bindik. Yolumuz İstanbul’a uğruyordu. Uçakta herkes bize bakıyor, gıbta ediyordu. Din reislerinin elini öpmek istiyordu. Uçağın hostesleri sık sık gelip bizim isteğimizi soruyorlardı. Diğer yolculara da hizmet ediyorlardı, ama dikkat ediyordum, bize daha fazla bir şeyler yapmak istiyorlardı. Onlarda hilkat ediyordum, bize daha fazla bir şeyler yapmak istiyorlardı. Onlarda hilkatlerinde meknuz iman ve din duygusun böylece tatmin etmek istiyorlardı.
Bu hava içinde saat dokuzu on geçe Yeşilköy havalanı na gelmiştik.
Aman ya Rab. Ne görelim... Orada da Esenboğa da ki manzaranın aynı idi. Yoksa yed-i Kudret oradaki cemaati bizden evvel Yeşilköy’e getirip de bırakmış mı idi. Hayır hayır burada da başka Müslümanlar vardı. Onlar Diyanet İşleri Başkanı’nın riyasetinde bir heyetin Tunsu ve Libya’ya gideceğini işitmişlerdi. İstanbul’da bulunan bazı kardeşlerimiz biz uğurlamak için Yeşilköy Havalimanına kadar gelmişlerdi. Biz alanın şeref salonuna aldılar Etrafımızı çevirdiler. Herkes bize biraz daha fazla bakmak istiyor, gözlerini bizden ayırmak istemiyordu. Gazeteciler resim çekiyor, yanımıza sokulup seyahat hakkında bilgi almak istiyorlardı.
Tam uçağa bineceğimiz sırada aksi bir tesadüf oldu. Ortada bir telaş vardı. Polis memuru bir kaşif edası ile:
- Abdullah İşler, herhangi bir şekilde yurt dışına çıkamaz. Bizde 1964 yılında verilmiş bir talimat var. Bu emir kaldırılmadıkça Abdullah İşleri’nin yurt dışına çıkması mümkün değil. Ancak şimdi Ankara ile temas halindeyiz. İçişleri Bakanı emir verirse o da bundan sonraki uçakla gelir. “dedi. Bu arkadaşın vazifeli olarak gittiğini, elindeki pasaportun hizmet pasaporutu olduğunu memura anlatmak mümkün olmadı. Neşemiz hayli kaçmıştı. inşallah bize Roma4da kavuşur diyerek arkadaşlarla vedalaşıp uçağa bindik. uçağımzın ilk ineceği yer Roma idi. Saat 10,25 de muhteşem uğurlama töreninden sonra uçağımız Marmara semalarında süzülmeye başladı.
Uçakta bize özel bir yer ayrılmıştı. Uçağın personeli ve uçak değişmişti.
Ama hava aynı hava idi. Kaptanlarla hostesler gelip, yanımızda oturan nur yüzlü reisimizin elini öpmek, duasını almak istiyorlardı.
Böylece Türkiye’den, vatan topraklarından çıktık. Uçağımız yoluna devam ediyordu. Zaman zaman güzel tanzim edilmiş kasabalardan geçiyorduk. Buralarda topraklar, hep parsellenmiş, işlenmişti. Her taraf yemyeşildi. Kuru toprak göremiyorduk. Nereden geçtiğimizi bir ara öğrenmek istedim. Kaptana sordum. Cevabı:
-Biraz evvel Dedeağaç’tan geçtik. Şimdi sağınızda gördüğünüz yer Kavala’dır, Biraz sonra Selanik üzerinden geçeceğiz. Daha sonra Korfu adası üzerinden aşıp güneybatıya döneceğiz. Ondan sonra da hep İtalya topraklarında uçarak saat14,15 de Roma’ya varacağız.
Benim gözlerim yaşarmış ağlamamak için kendimi güç tutuyordum. Yanımda oturan Reis beye baktım. Onun da gözleri nemli, uzaklara dalmıştı. Ağzından bir kelime bile çıkmıyordu. Sanki nutku tutulmuştu. Ama bakışlarında bir tarih okunuyordu.
 “Dün bizim olan illerden bugün yabancı olarak geçmek.” Hakikateninsana giran geliyordu.
Biz bu his içinde iken uçağımız İtalya semalarında idi. İtalya yemyeşil görünüyordu. Öyle bir yeşil ki hepsi insan eli ile düzenlenmiş. Bağlar, bahçeler, tarlalar muntazamdı. Bu yemyeşil arazi üzerinde bir müddet uçtuk. Saat 14.20’de Roma havaalanına indik. Alanda bizi daha uçaktan inerken Türk Hava Yolları’nın Roma’daki müdürü karşıladı. Şadi bey ismindeki bu zat çok mültefit, hürmetkar birisi idi. “Sefaretten de sizi karşılamak için geldiler. Kapıda bekliyorlar. “dedi. Biz havaalanı salonuna doğru ilerlerken Ferhan hanım isminde Türk Hava Yollarının Roma şubesinde çalışan bir hanım bizi misafirperver, güler yüzlü bir ev sahibesi gibi karşıladı. Birisi Türkiye Büyükelçiliği Müsteşarı Sencer Bey, diğeri de sefaret memurlarından Ertem Bey idi. İki adım atmadan bir üçüncüsü hoş geldiniz dedi. Bu da Roma Askeri Ateşemiz Binbaşı Şadi beydi. Roma’da daha salonun kapısında genç bir askerin bize Türk’e has bir vakar içinde Türkçe “Hoş geldiniz” demesi beni çok sevindirdi. Biraz evvel Selanik ve Dedeağaç üzerinden geçerken duyduğum hüzün silinmişti. Sanki bizi teselli için gelmişlerdi bunlar.
Kısa zamanda alandaki muameleyi tamamladılar ve bizi Sencer Bey ile Ertem bey arabaları ile şehre getirdiler. O geceyi Roma’da geçirecektik.

TUNUS’TA YAKIN ALAKA GÖRDÜK
Roma havaalanı şehre 35 km. mesafede idi. Bu yolu kat ederken tarlalar arasından geçiyorduk. Her taraf yemyeşildi. Toprakta insan eli değmedik yer kalmamıştı. Yolar çift ve muntazamdı. Yollarda bir araba seli akıyordu Biz de o sele katıldık ve Cumhuriyet meydanındaki T.H.Y. nın bürosuna geldik. Bize o geceyi geçireceğimiz bir otel arıyorlardı. Nihayet büro civarından Paris otelinde bize bir yer bulunabildi.
Biraz istirahattan sonra çıkıp Roma’yı gezelim dedik. Bu esik şehir, putların şehrini, Neron’un memleketini görmek istiyorduk. Roma en korkunç cinayetlerin işlendiği yerdi. İnsanlar hayvanlara, aslanlara orada parçalattırılmıştı. Şeytanın da acıma hissini tahrik edecek kadar korkunç cinayetlerin işlendiği yerdi. İnsanlar hayvanlara, alanlara orada parçalattırılmıştı. Şeytanın da acıma hissini tahrik edecek kadar korkunç vahşetler orada işlenmişti. Sonra Hıristiyanlığın merkezi haline gelmiş Müslümanlığı yok etmek için planlar orada hazırlanmıştı, hazırlanmakta idi. Bu şehri görmek istiyorduk. Vaktimiz pek azdı ama görebildiğimiz kadarını görmek istiyorduk.
Her şey yabancı idi. İnsanlar aşka, sokaklar başka, binalar da başka idi. Bizi bütün şehri gezdirecek bir vasıta aradık. Turistler için otobüsler varmış. Akşam saat: 20.00 - 22.00 arasında bütün şehri gezdirirlermiş. Biz bununla iktifa etmek istemedik. Üzeri açık bir paytonu kiraladık. Bununla Roma’yı gezdik. Roma hakikaten bir tarih. Binalar eski fakat iyi muhafaza edilmiş. Her sokak başında bir kilise. Roma sanki kiliseden ibaret bir şehir. Sık sık meydanlara rastlıyorsunuz. Her meydanda bir heykel. Mitolojik bir hikayenin heykeli. Etrafında havuzlar. Her heykelin ağzından burnundan su fışkırıyor. Fakat Roma temiz bir şehir değildi.
O geceyi Roma da geçirdik.28 Haziran salı sabahı Tunus a hareket edecektik. Gayemiz Tunus’a gitmekti. Sefaret memuru erten bey sabah erken bizi aldı ve havaalanına getirdi. Muameleler tamamlandı. saat 9,00 olmuştu, 15 dakika sonra hareket edecektik.
Uçak hemen hemen dolu idi. Fakat hiç kimse birbirini tanımıyordu. Salonunda bizimle beraber uçağın hazırlığını bekleyen yolcular arasında iki kişi vardı. Bunlar Müslümandılar. Derhal yaklaşıp tanıştık. Medine-i Münevvere’de İslam üniversitesinde hoca olduklarını öğrendik. Cezayirli idiler. Yaz tatilinde memleketlerine gidiyorlardı. Şu Müslümanlık ne iyi şey idi. Herkes birbirine soğuk soğuk bakıyordu. Herkes yabancı idi. Ama biri Türkiye den, diğeri Cezayirli, birbirin o ana kadar hiç görmemiş olan iki kişinin tanışmalarında kırk yıllık ahbapmış gibi bir anda kaynaşmalarına bir tek söz yetiyordu.”Esselamü aleyküm” Evet bu Müslümanların selamı idi. Bununla insan muhatabının müslüman olduğun anlıyordu. Bu da yetiyordu. Allahu Teala “Muhakkak müminler kardeştiler.” buyurmuyor mu idi?
Uçağa bunlarla beraber bindik. Onlar da memnundurlar. onlarda Türk kardeşleri ile yolculuk etmekte sürur duyuyorlardı. Memnunlukları bakışlarından okunuyordu.
Yolculuğumuz bir saat on dakika sürecekti. Hep Akdeniz üzerinde uçuyorduk. bize artık T.H.Y. uçağındaki gibi iltifat etmiyorlardı. Çünkü uçak İtalya uçağı idi. Hiç de bu halden üzüntü duymuyorduk. Yolculuğumuz kısa idi. O anda bizi Tunus havaalanında bekleyen kardeşlerimiz vardı. Biz onlar için gidiyorduk. Saat: 10,25 idi, uçak Tunus havaalanına inmişti.
Alanda bizi maarif vekili adına daire reislerinden, aynı zamanda konservatuar müdürü Salih El-Mehdi bey karşılamıştı. Beraberinde maarif vekaleti ileri gelenleri de vardı. Bizimle çok candan ilgileniyorlardı. Salih beyin dayısı Muhtar Şerif Bey Türkçe de biliyordu. Kendisi Türk dü. Fakat biz bir başkasını da arıyorduk. Gözlerimiz hep etrafta gezenlerde dolaşıyordu. Türkiye sefaretinden de birisi gelmeli idi. Biz salonda soğuk bir şey içerken onlarda muameleyi tamamlamışlardı. Bu sırada bizim sefaretten basın ateşesi Ahmet Bey geldi. Çok memnun olmuştuk. Sefaret bizi düşünmüştü derken Ahmet bey;
-”Efendim bizim sefaretin hiç haberi yok. Bende İran sefaretinden birisini yolcu etmek için gelmiştim. Tesadüfen bulundum” dedi. Bunu yalnız bize değil Tunuslulara da söylemişti. Sefaretin haberi olmayışı hakikaten garipti. Biz daha Türkiye de iken Dışişleri Bakanlığı’nın uğrayacağımız bütün memleketlerdeki elçiliklere haber verdiğini biliyorduk.

TUNUS MÜFTÜSÜ BİZLERİ MERASİME DAVET ETMİŞTİ
Alanda yapılacak muamele tamamlanmıştı. Bize buyurun dediler. Basın ateşesi Ahmet Bey de arabasını hanımına bırakarak bizimle beraber geldi.
Tunus şehri çok güzel bir şehirdi Bir milyona yakın nüfusu vardı. Bir hayli de yaygındı. Mamur bir şehirdi. Hem de temiz bir şehirdi.
Bizi doğru kalacağımız otele ”Tunus Palas” a götürdüler. Otel, Tunusun en güzel ve lüks oteli idi. bütün müstahdem bir kaç dil konuşuyordu. Garsonlar yüksek tahsilli idi.
Yerlerimiz hazırlanmıştı. Biraz istirahat edersiniz diye bizi yalnız bırakmışlardı. Ahmet beyde sefarete gitmişti. Fakat istirahat etmek mümkün olmadı. Biraz sonra Ahmet bey sefaretten telefon ediyordu.
-Sayın Sefir bey sefaretten ayrılmadan görüşmek ister. Kendilerinin işleri de var. Saat 13.00 den evvel bir ziyaret edilse iyi olur diyordu. Tunus’ta sefaretimiz görmeyi, ziyaret etmeyi biz de istiyorduk.Ama evvela sefir beyin bize bir hoş geldiniz demesini bekliyorduk. Telefonla dahi olsa o anda buna nail olamadık.
Bizden müspet cevap alınca Ahmet bey ben geliyorum sizi alırım dedi.
Sefaretimize gidiyorduk. Kendi evimize gidiyorduk. Sefir bey bizi lütfen çalışma odasında karşıladı. Hoş geldiniz dedi ve pekte ciddi idi. Yanında sefaret baş katibi Orhan bey vardı. Ona da otur dedi. bizi biraz süzdükten sonra şöyle söze başladı.
“-Efendim hoş geldiniz. Ümid ederim ki Tunus’u çok beğeneceksiniz. Medeni bir şehirdir. Kimse kimseyi rahatsız etmez. Türklere karşıda büyük sevgileri vardır. Yalnız ben çok üzgünüm. Sizin gelişinizden önceden haberim olmadı. Vazifeme yapmak isterdim.Ancak şimdi haberim oldu. Bakanlıktan gelen şifre bugün saat 9 da geldi. Şifrenin çözülüp bana kadar getirilmesi ancak bu saatte mümkün oldu.” dedi. Saat 12 yi gösteriyordu. İlave etti.
-Size gelen şeyi aynen okuyorum. Hükümetimizin size bir tebliği var. Bu tebliği sayın Devlet Bakanı Dışişleri Bakanına yazıyor. Orası da size bildirilmek üzere bize şifre ediyor.” dedi. Biz yirmi dört saat evvel Ankara’da idik. Bize bildirilmesi gereken şey orada bildirilebilirdi. Acaba nedir? diye düşünüyorduk. Bizi Tunus’a siyasi bir beyanda bulunmamamız bildiriliyordu.
Biz sadece Tunus’lu kardeşlerimizi ziyarete geliyorduk. Bir davete icabet ediyorduk. Bütün hareketlerimizde imanın halveti vardı. Gerçi bunu anlamakta güçtü. Gönülde duymak lazımdı. Saat 13 olmuştu. Otele dönmemiz lazımdı. Öğleden sonra saat dörtte Salah bey gelecekti. Salah bey vaktindi gelmişti. Pek neşeli idi.
“- Bugün üniversitede ders kesimi dolayısıyla bir merasim var. Bütün hükümet erkanı orada. Tunus müftüsü Fazıl Bni Aşur siz de davte ediyor. dedi.
Muhammed Fazıl Bin Aşur Tunus Müftüsü aynı zamanda üniversitenin Rektörü idi. Kuvvetli bir ilim adamı idi. Reis Habib Burgiba’nında yakınlarındandı. Merasim saat 5’te yapılacaktı. Pekiyi derece ile mezun olanlara ayrıca mükafatları verilecekti. Habib Burgibanın bir konuşması
da vardı.
Biz vaktinde gitmiştik. Yollar kapanmış, Üniversitenin önünde mahşeri bir kalabalık vardı. Kalabalık bizi görünce yol veriyordu, acılıyordu. Hak bizi sevgi ile takip ediyordu. Zaman zaman alkışlarla “Yaşasın Müslüman Türkiye” diye bağırıyorlardı.
Üniversite yedi katlı dört büyük bloktan müteşekkil muhteşem bir bina idi. Biz kırmızı elbiseli, ellerinde kılıçları ile selam duran hassa askerleri arasından geçerek binanı iç avlusuna, merasim sahasına girdik. Burası üniversite binası ortasında, bu dört büyük blokla çevrili kare şeklinde bir yerdi. Çok iyi tanzim edilmişti. Avluya girince sağ tarafta Tunsu eşrafı ve vazifelilere, sol tarafta misafirlere, ortada se kordiplomatiğe yer ayrılmıştı. kordiplomatiğe ayrılan yerin karşısında geniş, bir metre kadar yüksekte bir ahne vardı. Sahnenin ortasında önde üzerinde Tunus bayrağı örtülü bir masa, arkasında bir koltuk vardı. Burası Habib Burgiba’nın eri idi Masanın arkasında sahnede duvara yakın 20 kadar bir sıra halinde koltuk dizilmişti. Burada bakanlar oturacaktı.
Bize kordiplomatiğin önünde bir yer ayırmışlardı. Bizim yanımızda ve arkamızda Tunus’un ileri gelenleri vardı. Reisi Cumhurbaşkanı Habib Burgibayı bekliyorduk. Bu arada Tunus’lularla tanışıyorduk. Tunus müftüsü büyük bir alaka gösteriyordu. Orada bize hislerini şöyle belirtti.
“-Hoş geldiniz, şu anda kendi memleketinizde kendi evinizde, öz kardeşleriniz arasındasınız, Tunus sizinle şeref kazandı. Gönüllerimizdeki sevgiyi çoşturdunuz. Bu ziyaretler inşallah tekrar tekrar yapılacak. Bu ziyaretinizle Tunus Milleti ile Türk Milleti arasındaki rabıta kuvvet buldu. Bu rabıta zaten kuvvetlidir. Çünkü o kardeşlik bağ, iman rabıtasıdır.” Gözleri dolu dolu olmuştu.
Her tanıştığımız Tunus’lu bize Türkiye’deki akrabalarından bahsediliyordu. Bir çok aile isimleri türkçe idi. Bu ara Mustafa Kemal Terzi isimli bir zatla tanıştık.Soyadı Terzi idi. Kendisinden bu aile ismini nereden aldığın sordum.
- Ben aslen Türküm. Ecdadım Türkiye den gelmiş, diyordu. Ben Türküm derken de iftihar ediyordu. Bu maarif vekaletinin ileri gelenlerinden birisi idi. Ayın zamanda bir caminin imamı idi.
Biz Kemal beyle konuşurken bir alkış tufanı kopmuştu. Kemal bey: Reis geliyor dedi.
Gelen Habib Burgiba idi. Kadınların lü lü lü leri ve alkışları arasında (lü lü lü diye bağırmalar, Tunus adetlerine göre bir sevgi tezahüratıdır.)
ağır ağır ilerliyor mütebssim bir çehre ile kendisini alkışlayanları selamlıyordu. Burgiba yerini almıştı.

BURGİBA REİS BEYİ YANINA OTURTTU
Avluyu hınç a hınç dolduran davetliler Reisicumhuru alkışlıyor, o da gelenleri süzüyordu. Gözü bizim tarafa takılmıştı. reis beyi görmüştü. Türkiye Cumhuriyeti Diyanet işleri başkanı olduğunu öğrenince derhal çağırdı. Kendisin büyük bir hürmetle karşıladı. Elinden tutarak Başvekilin sağına otuttu. Reis beyi oraya oturtabilmek için bir veziri de yerinden kaldırmıştı.
Bu arada makinalar çalışıyor, merasim televizyona alınıyordu. Açış konuşmasını maarif vekili yapıyordu. Maarif vekili sade Reisi Cumhura (Fehametuar’ Reis’e) hitap ediyor.Onu medh ediyordu. reis ise medhiyesini alt dudağı dişleri arasına, koltuğa iyice yaslanmış, başı yukarda dinliyordu.
Bu konuşmayı müteakkip Habib Burgiba bir saat kadar devam eden bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Habib burgiba yaptıkları işleri övüyor, hakkı kalkınmaya çalışmaya teşvik ediyordu. Reisi cumhurun konuşmasından sonra kısım birincilerine mükafatları dağıtılıyordu. Fakat bütün gözler bizim heyet te idi. Etrafımızda bulunan insanlar bizi birbirlerine gösteriyor. Bir şeyler anlatmak istiyorlardı. Bu arada yanımızda oturan Mustafa Kemal El Terzi ile aramızda şöyle bir konuşma geçti.
- Ne iyi ettiniz. Böyle bir heyet, islam düşmanlarının söndürmek istediği gönüllerimizdeki sevgiyi yeniden coşturdu.
- Biz sizleri görmek için geldik. Müslüman Türk milletinin sevgilerini getirdik.
- Biz Türklere medyunuz. Benimde dedem Türk. Bizi birbirimizden ayırtmak istiyorlar.Bizi birbirimize düşman etmek istiyorlar.Bundan yedi sekiz ay evvel Yunanistan dan bir heyet geldi. İslam heyete olarak geldi. Afrika da ki bütün müslüman memleketleri gezdiler.Gezdikleri her yerde şöyle söylüyorlardı. Türkler islamiyeti yok etmek istiyor. Müslümanlara eziyet ediyor. Onları biz koruyoruz. Ancak Yunanistan da bulanan müslümanlar serbest hareket edebiliyor.
Böyle popangandalar Tunus müslümanlarını çok üzülmüştü. Hep düşünüyordu. Türkiye’den de islami bir heyet gelse diyorduk. Ne iyi ettiniz. Bu progandaları tamamen yıktınız. Yalnız bu seyahetler ziyaretler devam etmelidir. Bütün müslüman memleketleri ziyaret etmelisiniz. Müslümanlar size bekliyor. Siz görmek istiyor.
Kemal bey sözünde haklı idi. Müslüman memleketlerdeki bütün müslümanlar bizi bekliyorlardı. bunu Tunus halkının gözünde okumak mümkündü.
Merasim bitmişti. Otelimize dönüyorduk.Fakat halk tan yolu bulmak çok güçtü. Bize sevgi tezahüratında ulanan Tunuslu müslümanların bu candan gösterileri arasında, kulaklarımızda ömrümüz oldukça kalacak olan “Yaşasın Müslüman Türkiye” sesleri arasında otelimize döndük.
Ertesi günü Kayrevan’a gidecek,akşama da dönecektik. Tunus da bir adet vardı. Her sene onlar Rebiülevvel ayının ikinci haftasını “Mevlid Haftası” yapıyorlardı. İnsanlığı şirk zulmetinden iman nuruna çıkaran Resulü Ekrem sallallahu Aleyhi ve Sellem’in doğumunu bir hafta devam eden bir ihtifalle kutluyorlardı. Bu ihtifal bütün şehirlerde yapılıyordu.ihtifalin en büyüğü Kayrevan’da oluyordu. Zira Kayvrevan 30 bin nüfuslu küçük bir şehir olmakla beraber Tunus da müslümanlığın merkezi idi. Kayrevanda gayri müslim yoktu. Müslümanlar tarafından kurulmuş bir şehirdi. 360 dan fazla cami vardı. islam sanatlarının şaheserlerinden Ukbe Bin Nafi cami orada idi. Eshabı Kiramdan Sahnun hazretleri orada yatıyordu. Zeytune camii ve Zeytune İslam Üniversitesi Tunus şehrinde olmasına rağmen Kayrevanislam merkezi olma vasfını muhafaza ediyordu. Onun için de ihtifalin enbüyüğü Kayrevanda yapılıyordu. Reisi cumhur Burgiba ise bu ihtifale her sene bir vilayette katılıyordu. Bu sene ise Tunus da Zeytune camiinde yapılacak olan ihtifale katılacaktı.
Biz 29 Haziran1966 Çarşamba günü sabah erken Kayrevan’a gidecek, orada yapılacak olan mevlid ihtifalinin açılışında bulunacaktık. Akşama da Tunus’a dönüp Zeytune Camindeki ihtifale de iştirak edecektik. Nitekim Çarşamba sabahı saat 7’de iki araba ile Kayrevan’a hareket ettik. Gideceğimiz yol 160 km idi. Bu yolu gidip gelmek hayli yorucu olacak diye düşünüyorduk. Yolumuz iki buçuk saat sürdü. İnsan yolu sanki hiç fark etmiyordu. Bütün yol boyunca üzüm bağları ve zeytinlikleri arasından geçiyorduk. Hin inciri denilen bizim saksılarda süsü çiçeği olarak yetiştirmeye çalıştığımız şey yolun iki tarafında çit halinde devam ediyordu. Bir çok yerlerde yol kenarındaki çınar, hurma ve mahalli ağaçlar yolu üstten örtmüştü. Sanki yolcuları Afrika’nın kızgın güneşinden koruyup, onları gölgelerinde serinletmek için dallarını yolun üzerine uzatıyordu.



VALİ İKRAMI KENDİ ELİYLE YAPTI
Sık sık kasaba ve şehirlerden geçiyorduk. Evler bir veya iki katlı muntazam ve güzeldi. Her evin bir bahçesi vardı. Bazen kiliselere de rastlıyorduk. Salah beye bunu sormak istedim.
- Salah bey, kilise de var. Tunus’da hıristiyan da var mı?
- Fransızlar dinlerine çok bağlı insanlar. Burada bulundukları müddet hıristiyanlığı yerleştirme için çok çalıştılar. Buna muvaffak olamadılar. Onların zamanında yüz elli tane kilse vardı. Tunus istiklalini elde edince bir anlaşma ile bu kiliselerin hepsi kapatıldı. Ancak yedi tanesi kaldı. Onlarda gelen turistler için açık bırakıldı.
- Bu kapanan kiliseler ne oldu?
- Kapanan kiliseler müze veya devlet dairesi haline getirildi.
- Bunlardan cim haline getirilen yok mu?
- Hayır Tunus’da cami pek bol ve sıktır. Camiye ihtiyaç yok

CAMİLERDE CEMAAT AZDI
Hakikaten sık sık camiye rastlanıyordu. Bu camilerin çoğu Osmanlı idaresinde iken yapılmış camilerdi. Camilerin şekil anadolu mimarisinden farklı idi. Mağrib şekli minareleri ile camiler alışık olmadığımız bir şekilde idi.
Fransızların hakimiyeti zamanında yapılmış cami yoktu. Yeni yapılmış camilerde görüyorduk. Bu camilerin hepsini istiklallerini aldıktan sonra yapmışlardı. Ancak Tunus’da camilerde cemaat azdı.
Yol boyunca sık sık dinlenme istasyonlarına uğruyorduk.Buralarda turistik çok güzel gazinolar, moteller de vardı. Saat 10’a geliyordu Kayrevan’a girdik. Şehirde bir bayrım havası vardı. Bütün sokaklar bayraklarla donatılmıştı. Her tarafa hatlar çekilmiş, hoparlörler konmuştu. Bütün konuşmaları ve okunan kasideler şehir halkının tamamını dinleyecekti.

MÜSLÜMANLIĞIMIZI SİZLERE BORÇLUYUZ
Bizi Kayrevan valisi karşıladı. Vali çok heyecanlı idi. Konuşurken nefesi kesiliyordu. Bize ikram etmek istiyordu. Bütün erkanı vilayet beraberinde idi. Vilayet konağına gittik. Kapıda bizi bütün vilayet memurları karşıladı. Vali yerinde oturamıyor, ayakta divan durup emir beklemek istiyordu. Yaptığı ikramı kendi eli ile takdim ediyor kimseye müsaade etmiyordu. Reis bey valiye:
- Vali bey istirahat buyurunuz.Onları beyler getirir.
- Efendim. Siz bizim velinimetimizsiniz. Şeref misafirimizsiniz. Müsaade ediniz. Size kendim hizmet etmek istiyorum.
- Bu kadar candan hizmet. Bizi mahcup ediyorsunuz. Buyurunuz beyler dağıtsın limonataları.
- Efendim bırakınız  ben hizmet edeyim. Bütün Afrika siz Türklere minnettardır. Ben değil çocuklarımız kıyamete kadar size hizmet etse azdır. Zira biz müslümanlığımızı size borçluyuz. Eğer Türklerin Afrikanın şimalinde uzun zaman hakimiyetleri devam etmese idi. buralarda tek Müslüman kalmazdı. Buralar İspanyadan farksız olurdu. Bırakınız velinimetimize hizmet edeyim. Diyordu.

HİZMETİNİZDE VE EMİRLERİNİZDEYİZ
Vali bu hareketi gözlerimiz yaşarttı. Hepimizi hislendirmişti. Zamanı gelmişti... Müsaade aldım ve başladım.
-Efendim hadislerin sebebi vürudunu mütaala ederken bir kıssaya rastladım. Müsaadenizle anlatayım.
-Buyurunuz.
-Bir gün Resulü ekrem Sallallahu aleyhi ve Sellem hücreyi saadetlerinde ashabın ileride gelenleri ile sohbet ediyorlardı. Bir bedevi çıkageldi. insanlığın efendisini görmek istiyordu. Kapıyı vurdu. Selman ı Farisi hizmet ediyordu. Kapıyı açtı. Misafir bedevi yüksek bir makama geldiğini biliyordu. Adetleri vechile sözlerine şiirle tanzim edilmiş uzun bir mukaddime ile başladı. Hava çok sıcaktı. Ebu Bekir es Sıddık hazretleri susamıştı. Selman ise kapıda meşguldü. Bunu hisseden Hazreti Resul sallallahu aleyhi ve sellem kalktı kırbayı eline aldı. Tası doldurdu, buyur ya Ebubekir diye takdim etti. Bu ne büyük bir şerefti Allah’ın Resulü su veriyor. Hazreti Ömer de boynunu büktü. Sanki kalb ile “Ya Resulalla beni de bu şereften mahrum eylemi. “ diyordu. Artık Rasulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin elinde tas ve kırba sakilik ediyordu.
Bu sırada Hazreti Selmanla beraber bedevi içeri girdi. Baktı ki bunların hepsi nur yüzlü büyük insanlardı. Hangisinin peygamber olduğun öğrenmek istedi. Kendi kendine
- Şu hadimden sorayım dedi. Yaklaşarak omuzundan tuttu.
- “Men seyyidül kavmi?” “Bu Topluluğun büyüğü, efendisi kimdir?” dedi. hazreti peygamber cevabında
- “Seyyidül kavmi hadimuhum” “Bir topluluğun efendisi onlara hizmet edendir. Buyuyordu.
Bırakınız Vali bey, mevlid kandili haftasında Resulullah’ın bu sünnetini işlesin efendiliğini göstersin.
Bundan son derece mütehassıs kalan Kyrevan valisi
- Ben hizmetinizde ve emrinizdeyim diyordu. Bu sözü valinin yalnız dili değil, bakışları, davranışları bütün hali söylüyordu.
O gün öğlede Kayrevan valisi bize bir ziyafet verecekti. Ziyafet Splendit Otelinde veriliyordu.Yemekten sonra otelde istirahat edildi. Saat 3’de de merasimi açmak üzere Shnun camiine gidildi. Merasim bizim Hafız Abdurrahman Gürses’in Kur’an’ı Kerim’i tilaveti ile açılmıştı.
Maşallah hafız beyde on dokuz yaşındaki delikanlı canlılığı ve neşesi vardı.Okudukça dinçleşiyor ve gençleşiyordu. Dinleyenlerin kalbini fethediyordu. Her taraf Allahu Ekber nidaları ile çınlıyordu, Kadın erkek genç ihtiyar Sahnun camiini dolduruyordu. Hepsi okuyuşa hayran kalmıştı. Toplantıda bulunanlar hep birbirine gösteriyor. Türk, Türk diyordu. Yüzlerinde de bir şaşkınlık okunuyordu. Tahmin edemedikleri bir şeyle karşılaşmanın şaşkınlık okunuyordu. Yanımda bulunan Kayrevan lisesinde muallim olan birisi bana soruyor,
- Türkiye’de Kur’an’ı Kerim okunuyor mu?
- Evet. Her vilayette, kazada hatta birçok köylerde Kur’an Kursları var. Buralarda Kur’an-ı Kerim okutulur. Bu kurslardan her yıl yüzlerce hafız yetişir. Ya, Buna çok memnun oldum. Demek ki Türkler bize söyledikleri gibi değil. Türkiye’de dini tedrisatın kaldırıldığını, dinini öğrenmek isteyenlerin cezalandırıldığını söylerler. Demek ki yanlışmış. Buna cidden çok sevindim.
- Evet yanlış. Türk milleti dindardır. Bu gün Türkiye de ilk okuldan sonra yedi yıl tahsil süresi olan otuz tane imam hatib okulu vardır. Bu okullarda sadece İslam dini okutulur. Bu okulların talebesi bugün onbeşbini bulmaktadır. Bu bilgileri aldıkça hayreti artıyor. Türkiye hakkında yeni bilgilerinden dolayı son derece memnun kaldığı gözlerinden okunuyordu. Haklı idi bu muallim. Kendisine Türkiye’ye Hırıstiyan misyonerleri orada Türkleri tanassur etti diye tanıtmaya çalışıyordular. Türkler müslümanığı yıkmak istediğin iddia ediyor, buldukları her fırsatta müslümanları buna inandırmak istiyorlardı. Kendilerine Türkiye hakkında doğru bilgi verecek bir teşkilatımızda yoktu. Bir takım propagandaların tesiri altında, Türklerin islamiytten uzaklaşığını dini tedrisatın Türkiye’de lağv edildiğini zanneden müslümanlar, Türkiyede de din adamlarının bulunduğunu gördükçe hem şaşırıyorlar hemde seviniyorlardı. Sevinçden gözleri dolu dolu oluyordu.
Saat: 15.30 olmuştu. Tunus’a dönecek, yatsıdan sonra Zeytune de yapılacak mevlidi şerif ihtifaline katılacaktık.Aynı yolu tekrar döndük. Akşamki mevlide hazırlanıyorduk.
Akşam Salah Bey biraz geç kalmıştı. Acaba ne oldu diye düşünürken çıkageldi. Yüzü gülüyordu. Sevinçli idi. Peşinde Abdullah İşler de görünüyordu. Bizim polisimizin havaalanında dışarı çıkamaz dediği arkadaşımız. Onu görünce çok de çok sevindik. bize Türkiye’den yeni haberler getiriyordu. Gerçi bizde 13 saat evvel Türkiye’de idik. Abdullah İşler’in yanında bazı gazeteler vardı. Bizim hareketimizden bahsediyorlardı. Gözüm ilk defa sabah’a rastladı.
Havaalanında alınmış resimlerle doğru haberi veriyor, bu seyahattan büyük faydalar sağlıyacağından bahsediyor. Diğer bazı gazetelerde vardı.Onlardan bir kısmı işi ters yönden ele alıyordu. Seyahati tenkid ediyordu. Laik bir hükümetin din adamlarına harcırah ödenmiyeceğinden bahsediliyordu. Ne garip bir tutumda.Onlar için Resulullah’ın (S.A.V) kendisini taşlıyan Taif’lilere yaptığı gibi dua ettim.”Yarab milletimden olan bu insanlara hidayet ver, çünkü onlar bilmiyorlar.” dedim.
Abdullah İşler bir haber de getirmişti. durumu şöyle anlattı, “Ben teyyareden inince doğruca sefarete gittim. Bir müddet sefarette kaldım. Salah beye telefon ettiler.O geldi beni aldı. Bu arada bana “Reis beye haber veriniz seyahatinizin Kahire ve Şam kısmı iptal edildi. Haberleri olsun.
Bu haber hiç de hoşumuza gitmiyordu. Acaba Kahire ve Şam ziyareti hakikaten iptal edilmiş mi idi? Bu tarzda ki bir haber ancak şaka olabilirdi. Zira bu kadar ehemmiyetli bir ahberin şifahi hem de vasıta ile verileceğini bir sefaret ciddiyetiyle bağdaştıramıyorduk.Her halde latife ediyorlar dedik ve Zeytune Camiine mevlude katılmak gittik.Zeytune Camii avlusu çok dulu idi.Ama bizi gören halk hemen açılıyor ve bize yol veriyorlardı. Televizyonda gördüğümüz heyet müslüman Türk Heyeti diyorlardı. bizde bizim için ayrılan mihrabın önündeki yerimiz alıyorduk.Ezan da okunuyordu. Yatsı namazını kılmıştık. Burgibanın gelmesi bekleniyordu. Bir de kadınların lülülü sü koptu. Burgiba geliyordu. Halk kendisine sevgi gösterilerinde bulunuyor, durmadan alkışlıyordu. Oda gielerekmihrabdaki yerini almıştı. Zeytune başimamı mevludun açış konuşmasını yaptı. Bunu müteakip Burgiba minbere çıktı ve minberde veciz bir konuşma yaptı. Konuşmasında Resululluha sallahahu aleyhi ve sellem’i medh ediyor, müslümanığı övüyordu. İnsanların ancak islam esaslarına sımsıkı sarılmakla huzur bulacağını söylüyordu. Merasim yine televizyona alınıyordu. Burgibanın konuşması alkışlarla sona ermişti.
Artık mevlid aşlıyordu. Mevlide Suudi Arabistan heyetinden Hafız Cemil, Libya heyetinden Hafız Muhammed ve Türk heyetinden hafız Abdurrahman Gürses’in Kur’an-ı Kerim kıraati ile başlanacaktı. Suudi velibya hafızları okumuş sıra bizim Abdurrahamn efendiye gelmişti.O besmeleyi çeker çekmez Cami başka bir hal aldı. Tekbir sadası ile cınlıyordu. Hafız okuyuşuna devam ediyordu. Ses kesilmişti, çıkmıyordu. Sanki cemaat nefes almaya korkuyordu. Ancak bu sükuneti zaman zaman bir tizde meddin sonunda iştiğrak haline gelen cemaatin,”Allahu Ekber Fetehal’lahu aleyk” nidaları bozuyordu. Habib Burgiba’da yerinde oturamıyordu. Kalkıp kalkıp eğiliyor, kendisine biraz yan kalan hafızın yüzünüde görmek istiyordu. Zaten Hafız Abdurrahman efendi iki günden beri kendisin dinleyenleri hayran bırakıyordu.
Sıra mevlud okunmasına gelmişti. Tunus’lu Hafızlar Mevlidi koro halinde okuyordu. Vakit gece yarısı olmuş saat 12 ye gelmişti.Aynı yoldan otelimize döndük.
Ertesi sabah 30 Haziran 1966 Perşembe sabahı tekrar Kayrecan’a gidecektik.Oradaki buyük ihtifale de katılacaktık.Nitekim öyle oldu. 30 Haziran Perşembe sabahı saat 7.30 Kayrevan’a hareket ettik. Bu sefer bize Suudi Arabistan heyetide katılmıştı.Onlar iki kişiden ibaretti.Saat 11 de Kayrevan da idik.Şehirde bayram havası devam ediyordu. Civar vilayetlerden ve kazalardan gelen misafirleri oteller almıyordu. Kayrevan halkı onlara evlerin açıyordu. Son derece misafirpervelik gösteriyorladı. Biz yine Splendit oteline inmiştik.Kayrevan Avrupalı turistlerle dolu idi. Zaten Tunus’ta bütün şehirlerde turistler o kadar çok tu ki, o şehirde Tunuslununmu yoksa Avrupalınınmı daha çok olduğunu kestirmek mümkün değildi.
Saat 15 ‘de gene ihtifale, mevlid yerine, sahabi Sahunn Camiine gelmiştik. Bu sene mevlid de bir Kur’an-ı Kerim okuma müsabakası açılmıştı. Müsabakaya 75 kadar hafız iştirak ediyordu. Salah Bey Reisimiz muhterem İbrahim Elmalıya gelerek:
- Mehracanın reisi sizsiniz. Bu müsabık hafızlar zatı alinizin reisliğinde Şeh Cemil Aşi, Abdurrahman Gürses,İbrahim Eken ve Zeytune Üniversitesinde Kıraatı Aşere pröfösörü Şeyh El’Ayyandan müteşekkil bir imtihan heyetinin huzurunda müsabakaya girecekler” dedi.
- Teşekkür ederim. İhtifalin reisliği Karevan valisine aittir, deyince Vali ve Salah Bey aynı zamana,
- “ Hayır efendim. Biz sizin bulunduğunuz yerde riyaseti işgal etmekten haya ederiz. Tunus ta siz bulunduğunuz müddetçe riyaset size aittir. Biz emrinizdeyiz.” dedi.
Aman Allahım Bu ne candan ve bağlılıktı. Hele orada çok zengin tüccarlardan Seyyid Abdurrahman diye birisi vardı. Kendisi aynı zamanda hafızdı. Hafızların yetişmesinde çok büyük emeği geçiyordu. Kur’an-ı Kerim’e hizmet etmek istiyordu. Nerede bir hafız işitse işi gücü terk ediyor, oraya koşuyordu.
O zat ta bizim etrafımızda dönüyor, bizi hiç yalnız bırakmıyordu.
Akşam mevlidi Libya misafir heyetinden bir grub okuyacaktı. Onlarda hakikaten güzel okuyorlardı. Mevlidden sonra gece geç vakit şehri gezmek istedik. Gece yarısına kadar her taraf açıktı. Şehir pek büyük değildi. Reis bey önümüzde şehir gezmeye başladık. Dükkanlar önünde, parklarda, pasta salonlarında ve kıraathanelerde oturan hak, biz önlerinden geçerken ayağa kalkıyorlar ve bizi selamlıyorlardı. Bunu her gelen misafire mi yaparlar diye düşündüm. ama görüyorduk ki yalnız bize yapıyorlardı. Küçük bir dükkanını önünden geçiyorduk.Teşhir masaları üstündeydi dükkanın bütün mallları Reis bey masalardan biri üstünde küçük bir gece lambası gördü. Dükkanını sahibi hiç bir şey söylemeden gece lambasını sarıyordu. Güzel bir paket yaptı. Buyurunuz Reis Bey diyerek paketi uzattı. Reis para çıkarttı ve bedelini vermek istedi. Hadise aynen şöyle cereyan etti
- Kaç kuruş?
- Para istemez efendim benim hediyemdir.
- Olmaz bedelini ödeyeceğim.
- Mümkün değil efendim. Siz benim vatanımdan Türkiye’den geliyorsunuz. Dükkanıma sizinle beraber bir nurun girdiğini fark ediyorum. Mallarım bereket buldu. Tunus bereket buldu, sizin teşrifinizden. Sizden bir basit şey için para alacağım öylemi. Hayır hayır mezarda dedelerimin kemikleri sızlar. Sizden para alacak eller kırılsın.
Dükkan sahibi fakir birisi idi. Ama kendisine para vermek mümkün olmuyordu. Çok ısrar edilmişti. Dükkan sahibinin son sözü şöyle olmuştu.
- Israr etmeyiniz ben bu parayı alırsam çok mahzun olurum. Size bir küçük lamba değil varımı ikram etmek istiyorum. Beni bu zevkten mahrum etmeyin.
Bu ne histi yarabbi Bizi hiç tanımıyordu. Bizi hiç görmemişti. İsmimizi bile bilmiyordu. Bizim iki vasfımızı biliyordu. Müslüman ve Türk oluşumuzu. Zaten onunda ikram etmek isteyişi o iki vasıftan dolayı değil miydi. O müslüman Türk’e ikram etmek, ona hizmet etmek istiyordu.
Ertesi gün 1 Temmuz Cuma idi. Kur’an-ı Kerim okuma müsabakasına Ulu Cami (Ukbe bin nafii) caminde devam edilecekti. Saat dokuzda oraya gittik. 12’ye kadar müsabaka bitmiş değerlendirilmesi ve tasnifi kalmıştı. Caminin karşısındaki müze binasına geçmiştik. Müsabıklara mümeyyizler not takdir ediyorlardı. Ama söz Reis beyin oluyordu. Onun sözü hükümdü. Onunla amel olunuyordu. Saat 1’e doğru tasnif tamam oldu. Akşamki toplantıda ihtifalin kapanışı yapılacak, ve müsabakada derece alanlara mükafatları verilecekti. Cuma namazı vakti de gelmişti. Cumaya gidelim deyince bir telaş başladı. Cumanın nerede ne zaman kılınacağını öğrenelim dediler. Meğerse orada Cuma namazı çeşitli yerlerde ve başka başka vakitlerde kılınırmış. Haber geldi. Ukbe bin Nafi camiinde saat dört de ikindiye yakın bir zamanda cuma kılınacağının öğrenmiştik.
Öğleyin splendit otelinde Libya ve Suudi Arabistan heyetleriyle bir de ziyafet vardı. Ziyafeti müteakip cumayı kılmak için Ukbe bin nafi Camine dönülmüştü. Cami pek tenha idi.Henüz cemaat toplanmamıştı. Saat dörde geliyordu. Cemaatde yavaş yavaş camiyi doldurmaya başlamıştı. Bir de imam çıka geldi. Hiç beklemeden ve sünneti de kılmadan minbere çıkıverdi. Hatib minbere çıkınca müezin ezanı okumaya başlamıştı. Artık dikkatle hatibi dinliyorduk. Hatib yirmi dakika kadar süren uzunca bir hutbe irad ediyordu. Hutbeside mevlidi şerif münasabatiyle  Rusululluha sallalahu aleyhi ve sellem’in vasıflarından bahsediyordu. Sözlerini hiç de indi mütaalalara değil hadisi şeriflere istinad ettirmek istiyordu.
Namazdan sonra Hafız Abdurrahman Gürses Kur’an-ı Kerim Okuyordu. Cami bir anda çoşuvermişti. Zira Hafız bey Kur’an-ı Kerim de Peygamberin (S.A.V) vasıflarını beyan eden ayetlerini seçiyordu. Sanki ayetler medhiyeyi Peygamberiyeyi okuyordu. Hafız bey “Sadakallahül azim” demişti ve bütün cemaat de sıraya girmişti. Bizi camiden çıkarmak istemiyordu. Hepsi ellerimizi sıkıyor hoş geldiniz diyordu.
Öğleden sonra saat altıda valiyi ziyaret edecek, beraberce Kayrevan camiine gidecektik.İhtifalin kanış merasimi yapılacaktı. Bizde ihtifalin sonunda vali, belediye reisi ve diğer idarecilerle, müsabakada derece almış hafızlara birer Kur’an’ı Kerim hediye etmek üzere hazırlamıştık. Vaktinde, valiyi ziyaret ettik, beraberce Sahnun camiine gittik. Camii sokaklardan beri dolu idi. Kadın, erkek, genç, ihtiyar bütün Kayrevan halkı orada idi. Kucağında çocuğu ile anneler, torunlarını elinden tutmuş nineler hep orada idiler.
Bu ihtiyar ninelerden birine sordum.
- Valide, evde oturduğunuz yerde mevlidi dinliyebilirdiniz. Buraya kadar zahmet etmiş yorulmuşsunuz.
- Yorulmak mı yavrum. Türkler gelmiş. Tam elli senedir görmedim. İhtiyarım ama ölmeden onları görmek istiyorum. Diyordu.
Bunları söylerken ihtiyarın seside titriyordu. Ama bir Türk’ü görmekle elli senelik hasretliğin ateşini söndürmek istiyordu. Bu mahşeri kalabalık arasında camiye girdik.
Bizim için ayrılmış yere geçiyorduk. Yerlerimiz aldık. Kayrevan valisi kısa bir konuşma yaptı. Konuşmasında Resulü Ekrem (s.a.v.) i medh ediyordu) O’nun beşeriyete getirdiği faziletleri söylüyordu. Bunan sonra sıra hediye mükafatların dağıtılmasına gelmişi.
Salah El Mehdi bey elinde itina ile sarılmış bir şey tutuyordu. Onu dikkatle açtı. ve:
- Muhterem efendiler ve hanımlar. Bu sene Mevlidi şerif ihtifali müstesna bir değer taşımaktadır. Aramızda kardeş Türkiye’den bir heyet var. Bu sene ihtifalimiz Türkiye Cumhuriyeti Diyanet işleri Başkanı faziletli İbrahim Elmalı başkanlığında yapılmakta Tunus milletinin hatırına en şerefli yeri almıştır.
Bunun için hükümetimiz muhterem üstada bir şeref diploması vermeyi kararlaştırmıştır. Dedi ve elindeki diplomayı Kayrevan valisine uzattı. Vali pek heyecanlı idi, elleri titriyordu. Bu en şerefli vazifeyi yaparken duyduğu hazzı belirtmeyeceğini belirterek diplomayı reis beye uzatıyordu. Reis bey o nurani mütevazi haliyle ayağa kalkarken sanki cami yıkılıyordu.Neydi ol hal yarabbi.
Bu arada Salah bey arkada aynı itina ile bir paket daha açıyordu.
Onu da şöyle takdim etti:
- Bir müddetten beri Kur’an-ı Kerim kıraatı ile gönüllerimizi fetheden Türk İslam heyetinden Hafız Abdurrahman Gürses, Hükümetimiz bir hatıra olarak ona bir kıraat üstazlık icazeti hazırlamıştır.
Hafız Abdurrahman efendi de icazetini alırken müzaharat bir evvelkinin anı idi. Herkes ayakta takip ediyordu.Böylece icazet ve hediyelerin dağıtımı yapılıyordu. Her verilen kimse ayağa kalkınca ona bir sevgi tezahürü oluyor. Ama bizim heyetimizden, Türk Heyetinden birsinin ismi söylenince yapılan tezahürat bambaşka idi. Daha iyi bir tabirle “Türkiye” denince gözler parlıyor nefesler kesiliyor, peşinden bir tufan kopuyordu. Bakışlarda bir muhabbet seli akıyordu.
Bu manzara içerisinde bizde hediyelerimizi takdim ediyorduk. Nihayet bu fasıl tamamlanmış, sıra derece alanlarla üstadların okumalarına gelmişti.
Hepsi güzel okuyorlardı. Ancak Hafız Abdurrahman bey okurken hak çoşuyordu. Merasim bitmişti.Otelimize dönüyorduk. Otelde yine geniş bir ziyafet hazırlanmıştı.
Ertesi sabah 2 Temmuz 1966 Cumartesi idi. Tunus’a dönüyorduk.Saat 9 da valiyi ziyarete gitmiştik.Ziyaretten sonra bizi uğurladılar. Tunus’a gidiyorduk. Akşam saat 5 de radyo evinde saat 6 da Reşidiye musiki cemiyetinde, saat 8 de de Eğrep müftüsünün davetlisi idi. Bizim bütçemizin üçte ikisi turistlerden temin edilir, diyorlardı. Gelen turistlerin hemen hepsi Avrupalı idi. Bilhassa Fransızlar çok geliyorlardı. Nitekim Fransızların Tunus halkı üzerinde de tesirleri büyük olmuştu. Bir kere herkes Fransızcayı biliyordu. Fransızca sanki ikinci ana dil olmuştu. Bütün Tunsu’lu Fransanın sömürcülüğünden bahsediyordu. Ama Fransız adet ve ananeleri benimsenmişti. Aynen tatbik ediliyordu.Öğleden sonra saat 2 Tunustayız. Biraz istirahatten sonra radyo evine gidiyoruz. Radyo evini tamamen gezdik.Çok güzel yapılmıştı. Radyo ve televizyon bir arada idi. Orada bizi bir stüdyoya sokmuşlardı. Radyoevi müdür muavini,
-Radyomuz sizin ziyaretinizle şeref buldu. Radyolarımız arşivine bir kur’an-ı Kerim kıraati hediye etmezmisiniz?
Bundan bizde memnun olmuştuk. Hafız bey bir Kur’an-ı Kerim okudu. Banda alınmıştı.
Akşam Tunus müftüsününü davetine gidiyorduk. Ziyafetin verildiği saray Kartaca da idi. burası Tunus’unu sayfiyelerinen birisi idi. Şehre onbeş kilometreden fazla idi. Deniz döldürolmak suretiyle açılmış bir yoldan gidiliyordu. Kartaca ise her hali ile bir Avrupa şehir gibi idi. Tunus müftüsü bizi sarayın kapısında karşıladı. Bahçeye geçmiştik. Bahçe sözle anlatımayacak kadar güzel idi. Her birimiz bir masada idik. Benim bulunduğum masada Zeytune Üniversitesinin pröfosörleri bulunyordu. Davetliler arasında müslüman sefirler, Yüksekkademede hükümet ricali, üniversite hocaları, Tunusu eşrafından bir çok zevat vardı. Sohbetin mevzuu tedrisat ve bu tedrisatın müfredatı idi. Sık sık “Çok iyi ettiniz. Bu ziyaretler karşılıklı devam etmelidir. Birbirimizi tanımalıyız” diyorlardı.
Yemek zamanı yaklaşırken Tunus müftüsübizim masamıza geldi. Zeki ve bilgili bir zattı. Yemekten evvel Hafız efendiyi dinleyelim diyordu. Hafızbeyin Kur’an-ı Keriminden sonra yemeğe geçilmişti. Masalar bahçeye hazırlanmıştı. Vakit geç olmuştu. Saat 11,30 a geliyordu. Bizim Tunus büyük elçimiz yanımıza gelerek:
- Yarın öğle yemeğini sefarette yiyelim. Tunus müftüsünü de davet ettim. Hemde konuşacaklarımız vardır dedi.
3 Temmuz 1966 günü sabahleyin şehirde kısa bir yürüyüş yaptık.Öğleye doğru sefarete gidiyorduk. Tunus da sefaretimiz Kartaca da bulunuyordu. Fransız sefaretinden sora da Tunus’daki en iyi büyükeliçilik binası bizimki idi. Burada Pakistan Büyükelçisi, Birleşmiş Milletler Büyükelçisi (O da Pakistahlı idi) Tunus müftüsü ve Zeytune Camii baş imamı da davetli idi. Büyükelçi Tunus Müftüsünün Türkiye’yi ziyaret etmek istediğini söylüyordu. Müftü de daima bu ziyaretlerin faydalı olduğunu iddia ediyordu. Reis bey:
- Efendimsizi de Türkiye’de beklerim. Orada da buluşmak isteriz. dedi. Müftü Fazil bin Aşur ise,
- Türkiyeyi ziyaret etmek istiyorum. İnşallah ekim sonunda gelmemek isterim, diyordu.
Yemekten sonra da bu dört misafire de birer Kur’an-ı Kerim hediye ettik. Kur’an-ı Kerimden çok memun kalmışlardı. Saat de 2.30 olmuştu. Saat 3 de Libya’ya hareket edecektik.Müsaade alıp sefaretten ayrıldık.Otelden çantalarımızı alıp doğruca Tunus havalanına gititk.Muamalalar takip edilirken sefir beyde geldiler. reis beye biryazı getirdiler.Yazıda Devlet Bakanlığınca seyahatinizin Kahire ve Şam kısmının iptal edildiği bildiriliyorud.Bu bir hükümet emri idi. Bu emre uyacaktık. Kahire ve Şam’a gitmeyecektik.Öylede oldu.
Meydandaki muameleler tamamlanmıştı. Uçağın hareketine yarım saat kalmıştı.Artık hep Libyayı düşünüyorduk. Acaba orada nasıl karşılancaktık. Tunusdan çok memunun kalmıştık. Bir çok yeni dostlar edinmiştik. Bu arada buyurunuz uçağa dediler. Sefaret erkanı ve bizi uğurlamaya gelen Tunuslu kardeşlerimize veda ederek uçağa bindik. Uçağımız Tunus hava yollarına ait Caravana uçağı idi. Çok rahattı. Saat 17.05 uçağımız Tunus havaalanından kalkmıştı. Yolumuz bir saat devam etmişti.Artık gözlerimiz Libyada Trablusgarb havalanında bizi bekleyen kardeşlerimizde idi.

LİBYA’YA GİDİŞ
Uçağımız 3 Temmuz 1966 Pazar günü Tunus havaalanından kalktı. Herhalde de Tunus gibi bir yere gidiyorduk. Geride bizi son derece memnun eden bir memleket bırakmıştık. Tunuslular bize o kadar hürmet ettiler ki,  bunu anlatmak mümkün olmuyor. Türk deyince Tunusluların gözleri yaşarıyordu. Orada Osmanlı idaresinde yaşamış ihtiyarlar vardı. Bunları bizi görünce boynumuza sarılıyor, sizde asıl vatanın kokusu var diyorlardı. Tunus a giderken camilerimiz hakkında bir fikir verir belki diye, büyük camilerimizin resimlerinden bir miktar almıştım. O kartpostallardan irini bir gün bir Tunusluya hatıra olarak yanınızda kalsın belki bizi hatırlarsınız diye verdiğim vakit, “Bu anavatan hatıra en büyük hatıra “diyerek yüzüne gözüne sürüyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Geride böyle insanlar bırakmıştık. Herhalde gene Tunus gibi bir yere gidiyorduk. Tarblusgarp havaalanında da bizi karşılayacak kardeşler vardı. Bir saat beş dakikalık yolculuktan sonra Trablusgarp hava meydanına gelmiştik. Meydanda bir kalabalık vardı. Uçağa doğur geliyorlardı. Önlerinde sarıklı ve cübbeli ilim adamları yürüyordu. Hepsinde bir vekar vardı. İnsana daha uzaktan, ilk görüşte sevgi hürmet telkin ediyorlardı. Reis beye:
- Efendim bizi karşılamaya geliyorlar. Erken inelim, dedim.
- Olur, dediler.
Uçaktan indik. Gelenler mühim kişilerdi. İslam Üniversitesi Rektör Muavini Süleyman El-Zubi Başta olmak üzere üniversite mensupları idi. Tanışma tamamlandıktan sonra bizi şeref salonuna aldılar. Burası çok güzel tanzim edilmiş geniş bir salondu. Flaslar parlıyor, gazeteciler mütemadiyen not tutuyorlardı. Burada birer soğukluk içip dinlenmiştik. Bu arada pasaport muamelelerini tamamlanmışlardı Meydana gelen, bizi karşılayanların arasında Tarblusgarp Büyükelçimiz de elçilik erkanı ile birlikte bulunuyordu.
Büyükelçi mültefit iyi bir insana benziyordu. Hakikaten bize hizmet etmek istiyordu. Ancak Libya’lılar bizi bırakmıyorlardı.

ABDURRAHMAN EFENDİ İLK HEDİYEYİ SUNDU
Çehrelerde tatlı bir tebessüm vardı. Herkeste bir sevinç alameti görülüyor, bütün yüzler gülüyordu.İlim ve karı içindeki bu tebessümün kalbin derinliklere geldiğini ve sırf sevgiye dayandığını herkes görüyordu. Bize kendi vatanımızda,kendi evinizde,öz kardeşlerinizin arasındasınız diyorlar ve boynumuza sarılıyorlar. Bunların arasında bazı gözlerin ıslandığını görüyorduk.Henoz yirmi dakika olmuştu. Libyaya geleli. Şimdiye kadar hiç görmediğimiz insanlardı bunlar. Ama bize kırk yıllık ahbabımız gibi yakın olmuşlardı. Libya müftüsü de bizi karşılayanlar arasında idi. Fakat müftü ertesi gün Beyda’dan yapılacak toplantıya katılmak üzere Bingaziye gidiyordu. Meydanda işlerimiz tamamlanmıştı. Buyurunuz dediler. Şehir meydana otuz kilometre uzalıkta idi. Otomobillerle gidecektik şehre. Büyük elçimizde:
- Sizi bize bırakmıyorlar. Ben her zaman emrinizdeyim, dedi, vedalaşıp ayrıldı. Salondan dışarı çıkınca bizi son model mersedes arabaların beklediğini gördük. Tarblusa hareket ettik.Şehre kadar bağlar bahçeler arasından gidiyorduk.Her taraf yemyeşildi. Şöförümüz de bile bir canlılık vardı. Şöförümüz bir sene evvel Hacca da gitmiş Hacı Abdüsselam isminde dindar çok canlı bir gençti.
Daha yolda arabanın içinde Hafız Abdurrahman bey Libya’ya ilk hediyeyi yapmış, orada medfun şühedanın ruhuna ithaf edilmek üzere bir Kur’an-ı Kerim okumuştu. Böylece Grand Otel denilen sahilde muhteşem bir otele indik. Otelde her türlü konfor mevcuttu.Çok güzel bahçesi ile sanki cennet gibiydi.
Akşam olmuştu. Akşam saat 21 de ziyafet vardı. Ziyafet de bizi karşılayanlardan başka 50 kişi daha davetli vardı. Gazeteciler etrafta dönüyor. foto muhabirleri durmadan fotoğraflarımızı çekiyordu.
Yemekten sonra müsaade ettiler. Bizde istirahette çekilmiştik. Bize bir porgram daha takdim etmişlerdi. Programda Çarşamba günü Trablusgarb da kalacaktık. Daha da programa ilave etmek isteyip istemediğimizi soruyorlardı. Program hakikaten çok yüklü idi. Buna göre bize sanki bütün Libya’yı göstereceklerdi. Belki de bizi bütün Libya ya göstermek istiyorlardı.
Bunlar bize bir mihmandar vermemişlerdi. Hizmet için bir teşkilatı emrimize vermişlerdi. Akşam yemek saat 10.30 a kadar devam etmişti. Libya radyosu haberleri veriyordu. Haberlerde en büyük yeri bize tahsisi ediyorlardı. Sanki hava meydanından indikten sonra bizi adım adım takip ediyorlardı. Yemekten sonra Libyalı dostlarımız müsaade isteyip ayrıldılar.
Ertesi günü 4 Temmuz Pazartesi günü sabahtan ziyaretler vardı. Saat 9.45 de Trablus da ki Divani Melik’i ziyaret edip ziyaretçi defterini imzalayacaktık. Burada bizi merasimle karşıladılar. Daha sonra Veliahdin divanının ziyaret gittik. Her yerde bir karışılama oluyordu. Biz geçerken yollardan bütün vasıtalar duruyor içinde adamlar çıkarak bizi alkışlıyorlardı. Bağrışıyorlardı da ne söylediklerini iyice anlamak istedim. Kulak kabarttım. “Tahya Türkiye el Müslüman””Yaşasın müslüman Türkiye” diye bağırıyorlardı. Arabadan inerken halk etrafımızı çeviriyor. Burası sizindir. Siz bizim kardeşlerimizsiniz diyorlardı. Veliahdın divanından sonra da idi. Beyda idi. Beyda Trablusgarba bin üçyüz kilometre uzaklıkta idi. Rektör muavini bu 1300 kilometrelik mesafeyi bizi karşılamak için katetmişti. Trablusgrab da ki program tamamlandıktan sonra Beyda ya gidilecekti. Oraya gidebilmek için bize tayyareden yer ayırmışlardı.
Üniversitenin bürosundan Tarblus da ki en büyük islam enstitüsüne gidiyorduk. Burası üniversiteye bağlı lise seviyesinde bir enstitü idi. Yapılırken de medrese olarak yapılmıştı. Çok güzel bir bina idi. Trablusgarb da valilik etmiş olan Karamanlı Ahmet Paşa tarafından yaptırılmıştı. Fakat İtalya İdaresinde bu medrese

Bu ayeti celile de, Cenab-ı vacib taala, celle celalü hazretleri, ilmullahtan kat’an nazar buyururlar ki:
“Müşrikler için, Allaha şirk koşanlar için, Allahın mescitlerini imar etme imkanı yoktur. Onlar asla ve kata Allahın mescitlerini imar edemezler. Kendi nefislerinde küfre şahit oldukları halde, küfrün bütün alametleri nefislerinde görülmeye devam ettiği müddetçe, müşrikler allahın mescitlerini asla imar edemeyecekler. Bunlar var ya? İşte bunlar.Kimler? O müşrikler imar ettiklerini zanneden o müşrikler var ya işte onların bütün amelleri yok olacaktır, ve cehennemde ebediyyen kalacaklardır.”

MÜŞRİK KİMDİR?
Bu ayeti celilenin bu noktaya kadar olan kısmını anlayabilmek için bazı şeyleri bilmek gerekir. Evvela daha önce öğrendiğimiz bir ıstılahı burada tekrar edelim. Müşrik kimdir? Allahın kendi zatına tahsisi ettiği vasıflardan bir tanesini Allah tan gayriye nispet eden kişiye müşrik diyoruz. Şirk sadece Allahın zatına ortak koşmaktan ibaret değildir. Cenab-ı Hak bazı vasıfları kendisine tahsisi etmiştir. Başkasına bu sıfatlar nispet edilemez.Alalhın kedi zatına tahsisi ettiği vasıfları, sıfatları, veya sıfatlardan bir tanesini, Allahtan başkasına nispet etmeye şirk diyoruz. Mesela yaratmak Allaha mahsustur. Birisi “bende yaratırım diyorsa müşrik olur... Rızık allaha mahsusudur. Birisi “bende rızık veriyorum diyorsa, o dama şirktedir. Öldürmekle diriltmek, yaşatmak Allaha mahsusdur. Birisi “bende öldürürüm, bende diriltirim iddiasında ise o adam müşriktir. Çünkü Allahın kendi zatına tahsisi ettiği vasıflardan bazılarını başkaların tahsis etmektedir. İbadet Allaha mahsustur. Allahtan gayrıyı kendine put edinmişse işte o müşriktir.Neyi put edinirse edinsin. Hangisini put edinirse edinsin. İster aklını put edinsin, isterse parasını put edinsin, ister altınlarını put edinsin, ister makamı put edinsin, ister başka bir kişiyi, insanı put edinsin ister hanımını put edinsin neyi put edinirse edinsin ona müşrik derler. Eğer Allahtan gayriye tapınıyorsa, ibadet ediyorsa. Şu halde şirk içinde olan bir kimse kendi nefsinde bile şirkin alametleri görüldüğü müddetçe Allahın mescitlerini imar edemez.

MESCİT NEDİR?
“Mescit” nedir?  neyi imar edecek mevzusuna da sarahat getirelim. “Mescit” Allah’a secde olunun yerin adıdır. Allaha secde olunan yer demektir, mescit. Müslümanlıkta, Allaha secde edebilmek için, ibadet edebilmek için bir kiliseye, bir havraya yani belirli bir yere ihtiyaç yoktur. Necaset ve müevves olmayan her yerde Allaha secde edilir. Şu halde Allahın mescitleri denilince, Allahu alem, yeryüzünün tamamı kast olunmaktadır. Çünkü hepsinde Allaha secde edilir. Buraları müşrikler imar edemez deniliyor. Acaba imar ne demek? Bir de onu bilelim ki, sözümüzde yanlış anlama olmasın.

İMAR NE DEMEKTİR
Memleketleri imara çalışan, bu memlekette ve bütün dünyada hakikaten çok büyük hizmetleri dokunması gerekli olan, fakat yanlış anlayışları yüzünde, imar edecek yerde, tahrip etmekte devam eden birçok mimarların bu risaleyi okumasını isterdim! İmar deyince neyi anlarız? “İmar” arapça bilenlere işaret olsun diye evvela lügaten arz edeyim. “Ömür” den ayın mimara kelimesinden, ifal babına nakledilerek gelen mastardır ki hayatiyet vermek, dirilik vermek, canlılık vermek, canlılık getirecek vasatı ve imkanı hazırlamak demektir.”Ömür” bir faaliyetin bir diriliğin, bir canlılığın ifadesidir. İmar, canlılık vermek, dirilik vermek, hayatiyet vermek, ve hayatiyeti, ömrü devam ettirecek vasatın hazırlanması demektir. Buna imar diyoruz, lügat olarak.
Hayat iki kısımdır: birisi hayat-ı bedeniye yani şu biyolojik hayat, insanın şu maddi hayatı bir de hayatı imaniye, dini hayatı, manevi hayatı. İmar dediğimiz zaman bu her ikisini de göz önünde alan, her ikisi için de gerekli imkanları hazırlama ameliyesini, kastediyoruz Yalnız bir tanesine değil!

HAYATIN ŞARTLARI
Bunu hazırlayabilmek için, yani ömrü idame ettirebilmek için, hayatın idame edebilmesi için acaba nelere ihtiyaç vardır?
Evvela hayatın gerekli şartlarını ihtiva eden bir vasata ihtiyaç vardır. Mesela bizim şu hayatımızın devam edebilmesi için, şu dünya yüzünün vasatı lazımdır Hararet, rutubet, suyu ve benzeri noktaları ile şu hava, atmosfer olmalıdır değil mi? Bir insanı başından tutsak da deniz veya suya soksak yaşar mı? Gık, gık, gık kırk birinci de gider. İnsan için deniz içerisi, yaşam vasatı değildir. Ama denizin içerisinde de, o vasata mutabık olan hayat vardır. O şartlara göre Allah hayat halk etmiştir. Orada hayat yok demek değildir. Balıklar orada yaşayabiliyorlar... Onu da alıp bizim yaşadığımız vasata çıkardığımız zaman onunda hayatı yok olmaktadır. Şu halde birici şart gerekli olan vasatı hazırlamaktır.
İkinci şart da çok mühim bir noktadır. Vasat hazır, elhamdülillah evde veya camide, pervanelerimiz var, mefruşatımız mükemmel, vaaz dinliyoruz, nasihat dinliyoruz, gayet rahat serin ve emniyet içindeyiz. Fakat evin veya mescidin kapısını birisi açsa, koltuğunun atından elli tane akrep, yirmi tane yılan yüz tane çıyan bir torba tahtakurusu çıkarsa kafesini de açıp üç beş tane yırtıcı kaplanı, sırtlanı, içeriye bıraksa, ne olursunuz acaba? Yerinizde duramaz olursunuz, elinizden gelse tavanı patlatır, havadan kaçmak istersiniz. Çünkü bu bırakılan şeyler, bizim hayatımıza düşman olan, onu yok etmek isteyen şeylerdir. Demek ki buranın hayatını da imha etmek isteyen, yok etmek isteyen düşmanlarından arıtılması şartı var, temizlenmesi şartı var.
Ancak bu ameliye yani arıtmaya ve temizleme, sonradan vasatı meydana getirme ameliyesidir ki, imarı teşkil edemez! Demek ki önce hayata zarar verecek olan onun düşmanlarını o vasattan, temizlemek, ikinci olarak da o vasatı, o hayatın gerekli şartları ile şartlandırmak icap eder. Esas olarak bir mimarın düşünmesi gereken ana prensip budur.

İMAR YOKSA TAHRİP ?
Şimdi gelelim “Allahın mescitleri” denilince, anlaşılması gereken imar harekatına. Ömrü idameden, yani hayattan kasıt Allah-u alem, yalnız maddi hayat değil, dini hayat da kast edilmektedir.
Çünkü “imar” secdeye, secde edilen yere bağlanmaktadır. Allahu tealanın buyruğu açıktır.”Müşrikler için Allahın mescitlerini yeryüzünü, imar etme imkanı yoktur, kendi nefislerinde, kendi şahıslarında küfre şahit oldukları müddetçe.” Peki şehirlerimizin imar planlarını yapmak için istimdat ettiğimiz kişiler hep müşrikler değil mi? onun içindir ki, hayat-ı imaniyemize cevap verecek, bir tek imar planı bulmak imkanına sahip değiliz. Çünkü o planının içerisine benim hayatımı imha edecek olan yılan, akrep, çıyan, sırtlan mesabesinde olan meyhanesi konuluyor, kumarhanesi konuluyor ve daha ne tür “hane”ler konuluyor! Halbuki o hayatın devam edebilmesi için, bunlardan hayatı arıtılması lazımdır. Sineması, tiyatrosu hepsi düşünülüyor. Halbuki bunların her biri benim hayat-ı imaniyemin birer yılan mesabesindedir! Evvela biz vasatı tahrip etmiş oluruz. Bu harekatın adına hayat-ı imaniye bakımından “imar” demezler, “tahrip” derler. İşte Cenab-ı Hak, “o müşrikler, nefislerinde küfre şahit oldukları müddetçe. Allahın mescitlerini imar edemez. onların işlediklerinin hepsi hebaen-mensura olacak, yok olacak ve onlar cehennemde ebediyen kalacaklardır” buyuruyor.

İMAR İÇİN GEREKLİ VASIFLAR
Bu imar harekatı nerelerde ve nasıl olacağı risalenin kısalığı içerinde herhalde ele alınamaz Biz burada sadece bir nebze, dünyayı imar edebilecek olan insanın, vasıfları üzerinde duralım: “ Allahın mescitlerini ancak şu beş vasıf var ki, şu vasıflara sahip olan insanlar imar edebilirler.” Birincisi, “Allaha iman eden insan, imar edebilir.” Allaha inanan adam, Allaha ve Allahın inana dediklerine, nasıl inanılmasını emretmişse öylece inanmış, gönlünde bu tasdiki bulmuş olan adam imar deebilir. Birinci vasıf budur.İkinci vasıf, “Ahiret gününe iman eden adam imar edebilirler”
Üçüncü vasfı “Namazını kılan adam imar edebilir.” Dördüncü vasıf “Zekatını veren adam imar edebilir.” Şimdi asıl mühim vasfa geleceğiz.
“Yalnız Allahtan korkan adam imar eder”. Korkusunu yalnız Allaha tahsisi etmiş olan adam imar edebilir, diyor bir daha Cenab-ı Hak. Malından korkan imar edemez. Canından korkan imar edemez. Makamından korkan imar edemez. Şan ve şerefinden korkan imar edemez. Başkalarının kendisini taltif edip etmeyeceği korkusunu taşıyanlar imar edemez... Korkusunu yalnız Allaha tahsis etmiş olanlar imar edebilir, diyor. Yalnız onlar Allahın mescitlerini imar edebilirler. Başkası mümkün değil. Öyle olursa:
Cenab-ı Hak buyuruyor ki “İşte böyle olan kimseler var ya, onlar ki hidayete ermiş sadece bunlardır”.

BU VASIFLAR NASIL KAZANILIR
Böyle olabilmek için ne yapmak gerektiğni Resulu Ekrem s.a.v. efendimizin bir hutbeyi celilesinden öğrenmeye çalışalım: An Ebud Derda (R.A) hazretlerinden rivayet olunuyor ki, Resulullah s.a.v efendimiz bir cuma günü bir hutbe okudu ve dedi ki, “Ey yühennas, “Ey insanlar ölüm sizi bulmadan evvel Allaha tövbe edin!” Demek ki, imana ulaşabilmek için, birinci şart tövbe etmektir. Nereden? Ölümden evvel mutlaka tövbe et.. Sakın ha! Tövbe edeceğim ya henüz daha gencim hele biraz daha diye geleceğe atma tövbeyi. Ölmeden evvel mutlaka tövbe et diyor peygamberimiz.

TÖVBE NEDİR?
“Tövbe” günahı günah bilmek, ve işlemiş olmaktan ötürü gönlünde burukluk hissetmek, bundan sonra da o günaha hiçbir güna dönmemeye karar vermek demektir. Tövbe budur.O halde tövbe, bir kalp ameliyesi, bir kalp işidir. İnsan evvela günahı, günah bilecek. Yaptığı şey “niçin günah canım, niye günah olsun” demeyecek. “Niçin günah olsun” dedi mi, iman gider vesselam...
Şimdilerde bazı kimseler bir kaideyi fıkhiyeyi sanki hiç ehemmiyetsiz meseleymiş gibi, izaha kalkışıyorlar. Bir örnekle anlatalım. Şöyle bir soru sorulmaktadır.”Efendim, Ramazan gününde bir kimse niyet etmese, kendiside mümin olsa, mukim olduğu halde geceden niyet etmemesi, o günde orucu yese kefaret lazım gelir mi, gelmemiz mi?
Bir müminin akşamdan iftar edip, ertesi gün de sahura kalkması niyetin kendisidir. Mutlaka niyet ediyorum demesi gerekmez. Sahura kalkmasa dahi, o niyetlidir. Ertesi gün nakzetti mi, kefaret lazım gelir, çünkü zımnen niyet etmiştir, mukimdir, mümindir.
Niyet etmenini ne demek olduğunu da izah edelim. Akşam iftarından sonra “yarın ben oruç tutmayacağım” diye karar veriyorsa ve ertesi gün de tutmamaya niyet etmişse, ertesi gün orucunu yemişse kefaret lazım gelmez. Ama bu sözü söylemekten daha büyük bir günahı hayatında işleyemez bir mümin! Ramazan günüde mukim olan bir müminin, bir manisi olmadan oruç tutmamaya kastetmesinden daha büyük günah tasavvur olunamaz. Eğer birisi bu günah değildir diyecek olsa, Allah muhafaza buyursun, o zaman imanı tehlikeye girer vesselam. Şimdi insanlar, gelişi güzel bu gibi halatı istismar etmek istiyorlar, diyorlar ki: “Efendim hocalardan işittik, niyet etmezsek orucu da yersek güne gün düşermiş. Ha biz bu sıcak mevsimde yesek de, madem güne gün düşer kışın tutsak olmaz mı? “Niyet etmiyorum diyor ve orucu yerse bu mümkündür. Fakat niyet etmiyorum demekle yüklendiği vebalin, işlediği günahın hangi mertebede olduğunu biliyor mu? bir mümin için daha büyük bir günah tasavvur edilemez. Niyet etmenin günahını otuz tane kefaret tutsan gene silemezsin! Niyet etmiyorum demenin günahını, bir defa ben Ramazanı tutmayacağım demenin günahını otuz yıl, otuz kere kefaret tutsa hiç bir günahı silemezsin! Allah muhafaza buyursun. Amin.
Şu halde bir fıkhi meseleyi, kendi gönlümüzce, kendi kavlimize mütealalarımıza göre istismara kalkışmayalım. Onun manasını ne demek olduğunu bütün etrafı ile anlamaya çalışalım. Demek ki, ölmeden evvel, evvela tövbe etmek lazım Neye? İşlediğin günahlara tövbe etmelisin. Nasıl tövbe edilir mi? Günahı günah olarak bileceksin. Günaha günah değildir demeyeceksin, bir. İkincisi bu günahı işlemiş olmaktan dolayı gönlünde bir burukluk hasıl olacak. Üzüntü duyacaksın.”Amma da iyi ettim” demeyeceksin. “Kalpleri kırdım oh ettim” demeyeceksin.”Falanca kişinin kulağını kopardım oh ettim” demeyeceksin.”Falancanın ekinini tahrip ettim yaktım. Amma da iyi ettim ha” deyip de ondan sonra da tövbe edemezsin! Sen tövbe etmedin, bilakis tövbe etmekle ikinci defa bir isyan işledin. Yaptığın günahın günah olduğunu bilecek, o günahı işlemiş olmaktan dolayı içinde pişmanlık duyacaksın. Nedamet duyacaksın, yanıklık hissedeceksin. Sonra da “bu günahı işlemekten ben yanıyorum ve bir daha bu günaha dönmüyorum” diyeceksin. Dönmemekte kararlı olacaksın. İşte tövbe budur. Samimi olarak böyle bir tövbeyi yaparsan, Allahu azimüşşan “mutlaka bağışlarım ben onu” diyor. Resulullah s.a.v. bunu müjdeliyor e diyor ki, “Günahtan tövbe eden kimse hiç günahı işlemeyen kimse gibidir.” Ama böyle tövbe ile tövbe etmek lazım. Birincisi buymuş. Resulllullah s.a.v. bize böyle tavsiyede bulunmuş.

SALİH AMEL VE SALİH KİMSE
Şimdi de Peygamberimizin ikinci tavsiyelerini okuyalım. Böyle adam olabilmek için, yani dünyayı imar edebilmek vasfına sahip olabilmek için: “Salih olan amellere hiç vakit geçirmeden, meşgul olacak zaman gelmeden evvel, başlayınız” Başınızın derdine düşmeden evvel hiç bir güna zamanınız kalmayacak hale gelmeden evvel salih olan amellere mutlak surette başlayınız diyor.”Salih amel” nedir, “Salih” ne demektir onu da bir açıklığa kavuşturalım. Aksi halde yanlış anlaşılabilir. Kelimeyi iyi öğrenmezsek manayı yanlış anlarız.
“Salih” bütün hayatı boyuncu, kesiksiz, amellerinde eksik, noksan ve hata bulunmayan, iyilik üzerinde olan adamın sıfatıdır. Öyle bir şey ki bundan dolayı Kur’an’ı Azimüşşanda yalnız peygamberler bu sıfatla vasıflandırılmıştır. Şu halde ameli-Salih dediğimiz zaman peygambere ait olan amel anlaşılmalıdır. İnsanın kendi kafasıyla iyi zannettiği amel değil! Meşgul edilme halinden evvel, salih olan kişilerin amellerine sarıl diyor peygamber efendimiz. Yani sünneti peygamberiye ye gir. Yapış artık o yola. O yoldan çıkma. Sakın başka yer arama. Yoksa girecek zamanın kalmayacak hale gelirsin bir gün Bu vasıf bulabilmek içinde gerekli olan nokta budur. Ameli salihe başlamak demek sünneti peygamberiyeye girmek demektir. Onun yoluna tevessül etmek demektir.İşte bundan uzaklaşma. Sizinle Rabbiniz arasında ölümü çok zikretmek, Allahutealayı çok anmak, suretiyle onu silah edininiz ki, saadet bulasınız.” Resullullah s.a.v. öyle buyuruyor.”Allah” lafını çokça zikretmemizi istiyor. Biz çok mu Allah diyoruz? Eskiden evlatlar, çocuklar, yavrular ”Allah” diye dillenirlerdi. Şimdi de “gol” diye dilleniyorlar! İnsanların en çok zikrettikleri şey, sadece top olmuş, oyun olmuş, menhiyat haline gelmiş. İsterseniz bir gazeteye bakalım gazetenin yarıdan fazlası oyunla dolu. Hangi gazete olursa olsun. Açın radyonuzu, açın televizyonunuzu her gün bir iki saatlik, oyun saati var mı? Halbuki saadet bulmak için Allahı çok anmak lazım. Bir kere “Allah” demek aklımıza gelmiyor. Eskiden büyüklerimizin, bir sözü vardı. Allah hepsine rahmet eylesin. Ne büyük insanlardı. Ümmi idiler, ama onlarda İslamın kültürü vardı, onu almışlardı. Birisi gelip de kendileri ile, bir münazaa etmek isteyecek olursa, dedikodu yapacak olursa, “Hadi kız git, git benim seninle uğraşacak halim yok. Seninle uğraşana kadar bin tane Allah derim” derdi... Büyük amellerimizin bunu çok duyardık. Ama şimdikilerden duyamıyoruz! “Seninle uğraşana kadar bin kere, Allah derim” diyene rastlayamıyoruz. Halbuki, ancak Allahı çok anmakla saadet bulunabilir, doğru yola girilebilir diyor Resulu Ekrem Sadakayı artırın, çoğaltın, çok verin ki rızkınız artsın” Heyhat! Herkes milyonların içinde rızkı sanki hiç kalmamış... Altınlara gark olmuş, kuru ekmeğini yiyemiyor... Hep ihtiyaç içindeler. Bir gün Ankara da bir hayır işi için teşebbüste bulunduk. Nazımız geçen insanlarda bazı şeyler temin edelim de bir yurt yapımı ve talebenin yetiştirilmesi gibi hayır işi ile meşgul olalım dedik. Büyük hemşerilerimizden, zenginlerimizden bir tanesinin fabrikasına vardık. Fabrikasından kendisini aradık.Üç arkadaşız... Dedik ki, “İşte efendi biraderimiz, başkalarına gitmeye ihtiyaç yok. Sizin için de bir on bin lira yazdık. Burada on bin liralık bir yardım da bulunmanız herhalde mümkün” Aman efendim iki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. “Beni sıkıntımı bilemezsiniz, söyleyeyim de, böyle sıkıntıdayım da, derdin içindeyim de bilmem neyinde falanda” deyince, dayanamayıp “Dur, dur” dedik.”On bin lira derdin bitecekse, ne edip sana bir on in lira bulalım. Eğer bu sıkıntıların hepsi bitecekse Yok on bin lira ile batacaksan, bir an evvel bat da şu defterin dürülüp ortadan kalksın” Hep gamlı hep dertli, hep ihtiyaç içinde kalışının sebebi ne? Hz. Peygamber öyle buyuruyor, “Sadakayı artırın ki, rızkınız bolarsın, rızkınız artsın” diyor... Sadaka veren kalmamış zekat veren kalmamış... Sadakayı artırın, çok sadaka verin, ihtiyaç sahiplerini arayıp bulun ki rızkınız artsın...
Bizde kendi nefsimize esir olmayalım. Şu mübarek günde hakikaten ihtiyaç sahibi, fukarayı arayıp bulalım. Sadakayı çok verelim. Gönülleri alalım. Alalım ki rızıklarımız artsın.  Yer bereketlensin, gökler yağmurunu versin, ormanlar suyunu artırsın. Yoksa keser bereketini Cenab-ı Hak. Bugün kestiği gibi..
“Marufu emrediniz”. Maruf olan Allah emrini, Resulullahın emrini bildiriniz. Yalnız “Hasan efendi yahu, böyle satamazsın. Şu domatesin biraz iyilerini ön tarafa koy” deme. “Sakın ha müşteriye iyiyi gösterip de arkasından kötüyü vermeye kalkışma” de. Marufu emrediniz. Allah emrini, Resullullah emrini, bildiriniz ki, etrafınızda çelikten bir kala hasıl olsun. Size kimse, kimse zarar veremez hale gelsin” diyor. Eğer evinde, çarşıda, sokakta, dostların yanında neresi olursa olsun, her yerde yalnız marufu emredecek olursan, insanlar marufu emredecek hale gelirlerse, artık etraflarına Cenab-ı Hak çelikten kalalar gere, hiç bir düşman onlara nüfuz edemez.
“Allahın yasak kıldığı şeylerden nehy ediniz ki, nusrat bulasınız, Cenab-ı Hakkın yardımına eresiniz.”
Dikkat buyurun Resulullah “Sizin en akıllı olanınız, ölümü en çok hatırlayanınızdır” diyor. Ya ölümü hiç hatırlamaz hale gelirsek ölüm hiç aklımıza bile gelmiyorsa, Halbuki Peygamberimiz akılı adam ölümü en çok hatırlayan adamdır. Diyor ve ilave ediyor “sizin en kuvveli olanınız da kimdir biliyor musunuz? Ölüme en çok hazırlanmış olanınızdır” Ölüme en çok hazırlanmış olan adamdan da daha kuvvetlisi yok.
Bir misal vereyim mi size. Sene 1972. İstanbul da bulunuyorum. Bir dükkanımız var, Taksimde, İşte o muhtıralar verildiği, hükümetlerin düşüp değiştiği bir sürü mesellerin olduğu günlerin arefesinde ikide bir telefonumuz çalıyor. Açıyorum, bir ses “Hazırlan yağlı ipe boynun yakında geçecek” diyor. Böyle ikide bir telefon edilip ondan sonra kapatıyor. Hiç aldırmıyorum. Bir gün sabah erken dükkana vardım ki, dükkanın güneşlik bir perdeliği var, perdeliğin ortadaki demire yağlanmış bir sicim kement edilmiş, asılmış üstüne bir yazı konmuş, “Bu kemente yakında boynun geçecek!” Çocuklarıma ibret olsun diye onu sakladım, ip yağlı hali ile hala arşivimde mevcuttur. Allah yolunda yürüyebilmek için kendilerini nelere hazırlaması gerektiğini anlasınlar diye... O gün yine telefon çalar. Bul sefer der ki, “yakın kaldı, boynun o ipe girecek haberin ola.” Güldüm, dedim ki, “senin kim olduğunu sorma ihtiyacını dahi duymuyorum. Çünkü şahsen seni öğrenmek ihtiyacında değilim. Senin zihniyetini biliyorum çünkü. Hangi küfrün piyonu ve aleti, hangi düşüncenin esiri olduğunu kime askerlik yaptığını biliyorum. Fakat,  ne kadar da ahmaksınız! Bir insan “gaye” ile tehdit edilir mi? Şu halimle benim gayem, Cenab-ı haktan niyazım, şahadet mertebesine ermektedir. Bu benim için gayedir, hedeftir son amacımdır. Bir adam bu gayesi ile tehdit edilir mi be hey ahmak? Senin kendine mabut edindiğin, sadece şehvet, sadece içki ve viskilerindir, şu anda sana, “eğer sen o yağlığında devam edersen dünyanın en güzel kadınlarını, en güzel viskilerini sana veririm” desem, bu senin için tehdit mi olur be hey ahmak? Ben şahadetin susamışıyım. Bununa ben tehdit edilir miyim! Çıt, kapandı, ses kesildi, bir daha tehdit kalmadı. Hiç telefonla taciz edilmez olduk.
Demek ki en kuvveli olan kişi ölüme en çok kendini hazırlayabilmiş olandır...
Yarabbi bize hüsnü istinad ver, ölüme güzel hazırlanmamızı nasip eyle Yarabbi. Amin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder