HATIRALAR
M. SAMİ EFENDİ’NİN VAKİT TASARRUFU
Bir gün Efendi Hazretlerinin Eminönü’nde çalıştığı yazıhane de görüşmelerinde evlerine telefon etmeleri icabeder. Telefon da karşı taraftan kim olduğu sorulunca Sami derler, deden filan demezler. Birisini telefona çağırırlar. O arada biraz beklemeleri gerekir, hemen bir kitap alır açarlar ve yanındakilere de örnek olmak için “vaktimizi boşa geçirmeyelim” derler. Daha okuyamadan karşıtaraftan bekledikleri gelir, kitabı kapatırlar. Bu kadarlık süreyi bile boşa geçirmemeye çalışırlar.
MEVLA ONLARI KORUYOR
Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretlerini bir ziyaretlerinde, gelen bir mektubu açıp okurken damatları Ömer Kirazoğlu zarfı alır pulunun damgalanmamış olduğunu görünce “yazık olmasın” diyerek çıkarıp cüzdanına koymak üzere iken Efendi hazretleri mektubu okumakla meşgul olduğu halde “Ömer bey onu yırtalım, o görevini yaptı” buyururlar. Bu Cenabı Hakkın onları korumasından başka birşey değildir.
BİR BAYRAM ZİYARETİNDE M.SAMİ EFENDİYLE
Bayram günleri Erenköy deki bahçeli evlerinde Mahmut Sami Ramazanoğlu ziyarete gelenlere sohbetler ederdi. Çok ziyaretci olduğundan sohbetler 5-6 dakikayı geçmezdi, el öpülüp çıkılırdı. Böyle bir bayram ziyaretinde sohbet devam ederken İbrahim Eken Hocaefendi gelir, Sohbeti bölmemek için kapının arkasına çömelir. Sami efendi hazretleri görmediği halde “İbrahim bey böyle buyurun“ diyerek yanına oturtur. Sohbet büyüklerin menakibleri üzerine iken değişir. Sohbet uzar, o arada damatları rahmetli Ömer Kirazoğlu, Efendi Hazretlerinin görmeyeceği bir şekilde Hocamızın dışarı çıkması için işaret eder . Efendi “Ömer bey ziyaretciler bahçemizde biraz meşgul olsunlar, mevzumuzu bitirelim“ der. Hocamız “Sami Efendi bana 40 dakikada 40 dan fazla eseri hülasa etti, bu insan üstü bir şey“ diye anlatmıştı.
SİNEĞİN KANADINDAKİ HİKMET
Ortaköy’ün deniz manzaralı bir yalısındaki geniş bir toplantıda Mahmut Sami Ramazanoğlu, Bekir Haki Efendi ve diğer büyük alimler de vardır. Bir ara birisi boğazı göstererek “Rabbimin ne büyük hikmetleri var, ne güzel yaratmış” derken hocamız da “Bir sineğin kanadında da Cenabı Hakkın büyüklüğü daha mı az görünür” diye içinden geçirmekteyken Sami Efendi ona dönerek “Öyle değil mi İbrahim Bey kardeşim, Mevlanın büyüklüğü boğazın ihtişamı kadar bir sineğin kanadında daha az mı görülür”
ASALET
Hocamız yedek subay okulunda iken de arkadaşları arasında Hoca diye bilinir. Birgün arkadaşlarından biri “Bak seninki ne yazmış“ diye bir mecmuayı uzatır. Bir zamanlar Sebilürreşat dergisinde Mim Şemsettin mahlasıyla ateşli yazılar yazan devrin başbakanı M. Şemsettin Günaltay dır yazıyı yazan ve Kuranı Kerim hakkında haşa Muhammedin bir gece rüyasında gördüğü şeylerdir diye zırvalıyordu. Hocamız buna cevap vermek lazım diye düşünür, bir mektup yazar, sonunu da şöyle bağlar. “Hazreti Kurana dil uzatan kişinin imanı, cami kapısından alınıp sedaret mevkiine getirilen veledi zinanın asaletinden farksızdır.” Mektuba ismini adresini de yazarak postalar. Bir müddet sonra okul komutanı çağırır, “Seni başbakanlıktan çağırıyorlar, gidebilirsin“ der. Yanında bir ziyaretcisi varmış, hocam “Beyefendi müsaade ederse sizinle hususi olarak görüşmek istiyorum“ der. Ziyaretci kibar biri imiş müsaade isteyip çıkar. Hocamız durumu okul komutanına bir babaya sığınır gibi anlatır. Başbakanı tanımadığını, geçenlerde böyle bir yazısı üzerine dayanamayıp bir mektup yazdığını herhalde onun için çağırdığını söylemiş. Onun böyle sığınması üzerine babacan tavrı ile komutan “Oğlum 2 saat izinlisin, hemen git gel, sonucu bana bildir” diyerek bir jiple yanına bir subay verip göderir.
Başbakanın odasına girdiğinde onu ayakta, elinde bir mektup, bir aşağı bir yukarı yürürken bulur. Sinirli bir sesle “Bu mektubu sen mi yazdın ?” diye sorar. Hocamız “ Ben size bir mektup yazdım ama bakmadan birşey diyemem” der. Uzatılan mektuba bakar ve “Evet bu mektubu ben yazdım, eğer isterseniz yazı ile bildirdiğim fikirlerimi sözlü olarak da tekrarlayabilirim” deyince karşısındakinin çetin ceviz olduğunu anlar koltuğuna oturur, hocamızı karşısına oturtur. “Bizim senin gibi zeki, akıllı gençlere ihtiyacımız var. Seni Avrupaya gönderelim” filan diyerek ikna etmeye çalışmaya uğraşır. Epeyce konuştuktan sonra hocamız “Boşuna uğraşmayın, ben inanmış biriyim benim fikrimi değiştiremezsiniz, ama ben merak ediyorum mim şemsettin imzasıyla ateşli yazılar yazan zata ne oldu ?”
“Biz de aldanmışız” der. O arada telefon çalar, arayan okul komutanıdır. Talebeye 2 saat izin vermiştim dönmedi, ne oldu diye sormaktadır. “Tamam gönderiyorum” der, ve hocayı çıkarır.
Hoca dışarıda sabırsızlıkla bekleyen subayla karşılşır. “Nerede kaldın, komutan emir verdi eğer bir tehlike sezersen müdahale et dedi, gecikince neredeyse içeri girecektim.”der. O devirler zor zamanlarmış, istediklerini yok ederlermiş.
Okula geldiklerinde komutan balkonda beklemektedir. Hocamız durumu olduğu gibi anlatır. Komutan “Oğlum hiç korkma bu rütbeleri sökerler sana birşey yapamazlar” der. Okul dönemi sonunda 13 dersden sözlü imtihan yapılmaktadır. Başaramıyanlar er olmakta ve devlet memuru olma hakkını kaybetmektedir. Hocamız “çok çok er yaparlar” der devam eder.
İmtihanlar gelince komutan hocamızın imtihan sırası gelince gelir imtihana girer, kisenin hocaya birşey yapmasına imkan vermez. Bu zat 33 dereceli bir masonun kardeşidir ama hocamızın ona durumunu anlatması babacanlığını gayrete getirmiştir.
SERSERİLERDEN KURTULUŞ
Hocamız Ankara’da Cebeci Camiinde vaaz etmektedir. Serserileri toplayıp hocamızı hırpalamak isterler. Bir cami çıkışında epeyce serseriyi üzerine yürütmek isterler. Hocamız çıkar aralarından yürüyüp geçer, görmezler.
ONUN HAKKI İKİ TEKME İLE BİR KAÇ TOKATTIR
Hocam Ankara da Din İşleri Yüksek Kurulu’nda üye iken bir tanıdığı akşam bir toplantıya davet etmiş.
Toplantının konusu ibadetmiş. Ankara’nın ileri gelen kişileri orada imiş. Epeyce görüşmelerden sonra isminin önünde Ord. Prof. gibi şaşaalı ünvanlar olan birisi söz alarak
“Ben sabahleyin kalkıp duşumu aldıktan sonra, ellerimi bağlayıp tanrım sen ne kadar büyüksün dedikten sonra sabah namazımı kılmışım demektir. İbadeti şekillere bürümeye ne lüzum var.“ deyince hocamız dayanamaz, söz ister. Dilsiz şeytan durumuna düşmek istemez.
Orada birkaç tane yüksek rütbeli subay vardır. Hocamız söze şöyle başlar.
“Biz asker bir milletiz. Çağı gelen gençler asker ocağına gelince ona üstlerinin karşısında nasıl durulacağı öğretilir. Eller yana yapıştırılır, göğüs dik, gözler komutanın gözüne dikkatle bakar.“ denir. Bunu yapamayanlara hafifce vurulur. Günlerce ona resmi tazim denilen bu duruş öğretildikten sonra, o genç karşınıza gelip, eller cepte, yakalar açık bir vaziyette
“Komutanım sen ne kadar büyüksün, ben seni ne kadar tazim ederim “ dese hocam oradaki rütbelilerin en büyüğüne :
“Komutanım söz sizindir, bu gence ne yapardınız ?“ deyince
“Onun hakkı iki tekme ile birkaç tokattır.“ der.
Bunun üzerine hocamız o konuşana dönerek “işte sizinde hakkınız feleğin sillesini yiyip, cehennemde esfele safilini boylamakdır” dedi.
İYİ TALEBE
Hocamız İlahiyat Fakültesini bitirdikten sonra Bağdat’a mesleki gelişme ve arapçayı daha ilerletmek için bir gurup mezunla birlikte gönderilir. Bağdat Üniversitesinde bu gönderilenler ders almaktadır. Görevliler “sizin bu arkadaşlarla derse gelmenize gerek yok, bizim nahiv hocasına ihtiyacımız var siz bize haftada iki gün ders verin bunun dışında serbestsiniz” derler. Hocamız kabul eder, kalan vaktini değerlendirmek için de araştırmalara girer. Bağdat’ta eski Osmanlı usulü ile öğretim yapan medrese vardır. Talebe bir hocaya gider, hocası o talebeyi hangi dersi hangi hocadan alacaksa ona gönderir ve o hocadan o dersi tam olarak öğrenmiştir şeklinde bir yazı getirmeden o dersi geçmiş olmaz. Yani 5 alıp geçmek yoktur. Bu yarısını biliyor demektir. Medrese usulünde tam olarak bilmeden geçme yoktur. Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder. Hocamız hangi hoca efendiden icazet alacağını araştırır. Muhammed Fuad ül Alusi hoca efendiden almaya karar verir. Etrafındakiler “Bu zat şimdiye kadar kimseye icazet vermemiş, sen iki sene kadar burada kalacaksın, başka bir hoca efendiden kolayca alsan olmaz mı ?” derler. Hocamız bunlara aldırış etmez, M Fuad ül Alusi Efendi’ye gider, “Efendim sizden ders okumak istiyorum” der. Hoca Efendi “Emsileden başlayalım” der, bu arapça gramerin ilk basamağıdır, hocamız “Ben bağdat Üniversitesinde arapça dersi veriyorum demez, “peki efendim” der. Fakat bir hafta sonra arapçanın en üst seviyeli kitabı olan, son kademesi kafiyeyi bitirirler. Hocamız bu davranışını şöyle ifade eder “Ben iyi talebeyim, itiraz etmem.”
UNUTULMAYAN TOKAT
Hoca efendi sık sık yaptığı sohbetlere giderken oğlu Yusuf’u da götürürdü. Bir seferinde trenle giderken arka tarafındaki üç dört gençin bir hanımı rahatsız ettiğini fark eden hocamız dayanamaz çocuklardan birine bir tokat vurur. Orada bulunan birisi “Siz ne karışıyorsunuz “ deyince, hocam hiddetle “Bu çocukları dünyaya getirip sokaklara salıyorsunuz sonrada hanımlar rahatca seyahat edemiyor“ diyor karşısındaki sesini kesiyor. O günlerde 12 yaşlarında olan Yusuf :
“Bir bakımdan iyi yaptın ama bir bakıma da iyi yapmadın“ der.
Şaşıran hocam “ Nasıl ?“ der.
Yusuf “İyi yaptın, bu genç ne taraftan bir tokat gelir diye bir daha böyle bir haraket yapamaz. İyi yapmadığın da kendini harcıyorsun.“ der.
TALEBE TALİB OLACAK
Hocamız medrese usulü tahsilde iken hocası tarafından Usulü Fıkıh dersi için Ankara da Ord. Prof. ....................e gönderir. Bu zat avukatlara danışmanlık yapmaktadır. Hocamız bir kış günü Ankara’ya gelir, yazıhanesini arar, bulur. “Efendim sizden ders okumak istiyorum” der. O da “Okutamam, vaktim yok, yaşlıyım” der. Hocamız her sabah ondan evvel gelir kapısında bekler, hergün o da reddeder, kovar. 15 gün sonra bir sabah Ankara’nın soğuğunda bir saat kadar bekler, hoca gelir,içeri girer, hocamız da girer. Hoca “Sen ne laf anlamaz adamsın, senin nesebin mi bozuk, polis çağıracağım, defol” filan gibi çok ağır konuşur. Hocamızda “Tamam gidiyorum ama Cenabı Hak ahirette kulum sana akıl verdim niye ilim tahsil etmedin derse, Yarabbi senin ilim verdiklerine gittim, şu anda kulaklarım, burnum donmuş vaziyette, onlardan istedim ama vermediler” deyince hoca adeta koltuğuna çöker, bu sefer yalvarmaya başlar. “Oğlum ben yaşlıyım, hastayım. Sana ders okutamam, ne olur bir başkasını bul” der. Hocamızda “beni size hocam gönderdi, siz nerede derseniz oraya gelirim, ne zaman derseniz o zaman gelirim. Sizden okumak istiyorum” der. 6 ay ders okuduktan sonra hocası “Sizi birde İbnül emin Mahmut Kemal imtihan etsin” der. Hocamız “ o beni tanımaz bir mektup yazarmısınız ?” der. Hocası “Yarın yazarım” deyince “Efendim ben hemen gideceğim” der. Hemen İstanbul’ a hareket eder, Maçka’daki evi bulur, mektubu verir. Hoca efendi “bir ders okutmadan imtihan etmeyiz, oğlum biz Erenköy’e yazlığa gidiyoruz, gelebilirmisin ?” der. Hocamız “siz nerede derseniz gelirim deyince, “kalacak yerin var mı ?” diye sorar, olmadığını öğrenince lalasına dönerek “Buraya bir yatak koyun, efendi burada kalacak, abonman bileti de alın” der. Böylece hocamız İbnül emin efendinin kütüphanesinde kalır ve 3 ay süreli olan abonman bileti ile hergün Erenköye gider, ders okur. Sonunda tamam başrı ile bitirmiştir yazısını alıp Ankara’ya oradan da Bağdat’a döner. Hocamız ilim tahsilinde nasıl sıkıntılar çektiğini anlatırken şimdi talebelerin hocadan hizmet beklediklerini söyler.
İMTİHAN
Bağdatta medrese tahsili sırasında hocamız her sabah Mercaniye Medresesine derse varır, hocasının elini öper, o da onun omuzlarından öper, adeti odur, karşısına oturtur. Abdulcebbar isimli medresenin hadimi çaycıya “Abdülcebbar şayeyn ( iki çay )” der, çaylar gelir, hal hatır sorar ve derse başlarlar, talebe almaz bu derse, “onlar senin hızına yetişemezler, onlar da kaybeder, sen de kaybedersin, vaktin yok” der. Üç dört saat dersden sonra diğer talebeleri alır, onlarla derse devam eder. Bir gün hocamız derse gelince hocasının elini öpmek ister, eline hafifce vurarak öptürmez, çay söylemez, hal hatır sormaz, direk derse başlar. Gönlünde bir burukluk var, yüzünde eski neşe yok. 15 dakika kadar ders yaparlar, diğer talebeleri derse alır. Eski neşesi yerine gelir. Ne yaptım acaba, hocama bir kusurum mu var diye düşünmüş. Birşey bulamamış. Bu durum ertesi günlerde de devam etmiş, hocası elini öptürmüyor, kısa bir ders yapıyor. Hocamız çaresiz kalınca insanoğlunun silahı olan ağlamaya sarılır. Yarabbi sen bilirsin, nedir benim kusurum der. İçnden nefsi “sor hocana, o da sana söyler, sen de yapmazsın” diyor. Fakat hem hocam diyorsun hemde onun yaptığı bir harekatı tenkid etmek gibi sormak ayıp olmaz mı diye düşünür. Böylece ders mütalaa ederken bir taraftan da hıçkıra hıçkıra ağlarken kitabın üstüne bayılıp düşer. Rüya halinde Ravzayı Mutahhara da Resulü Ekrem sav hocamıza bir Kuranı Kerim hediye ediyor. Bu kitabı muhafaza eyle yavrum” diyor. Hocamız kitabı öpüp başına koyuyor, mescidin kapısından medine çöllerine yolcu ediyor, giderken hocamız dönüp bakıyor, ta görünmeyene kadar yolcu ediyor. Çölde 4 tane cübbeli sarıklı zatb ile karşılaşır. Derlerki o kitabı bize ver. Rasulallahın hediyesidir verilmez deyince sat derler, iki milyar dinar verelim derler. Şimdi kimsenin tahmin edemeyeceği bir servettir bu. Dinar şimdiki sterline denktir. Hocamız yer ve göklerin tapusunu verseniz olmaz, bu hediyedir satılmaz deyince birden heyecanlanırlar, cübbelerinin altından dördü de kılıçlarını çekerek biz de zorla alırız derler. Hocamız kitabı bağrına basar beni öldürür öyle alırsınız, hiç olmazsa onu korumak yolunda ölürüm der. Çöl ortasında bir mücadele başlar, rüya hali bu ya garip olur dördününde kılıcı hocamızın eline geçer. Hadi şimdi ne yapacaksınız deyince gülerler emanetin de senin olsun, kılıçlar da sana hediye olsun deyip gülerek ayrılırlar. Hocamız uyanır ki sabah namazı olmuş abdest alıp namazı kılar. Medreseye doğru gider, bir taraftanda ağlamaktadır. Ne yaptım hocama diye düşünmektedir. Medreseye vardığında hocası oradadır. Korka korka içeri girer. Nasıl bir durumla karşılaşacağını bilmez, seslenseniz düşüp bayılacak durumdadır. Selam verince hocası eski neşesiyle yerinden kalkıp selamı alır, medresenin yarısına kadar gelir. Elini öptürür, çayları söyler. Artık hocamızın sevincini tahmin edemezsiniz. İki çay gelir, hocamız tirtir titrerken hal hatır sorarken açıklarlar. “Evladım hocalığın bir üsülü de böyledir,büyükler bazen sevdiklerini imtihan ederler, o hale gelirler ki bazen içleri paralana paralana bir hafta kadar küserler, elbette büyük dilediği gibi hareket eder, ona sebebini sormak sui edeb olur. Bu hal daha ileri giderler silahlanırlar, dört kişi olurlar en kıymetli hediyini elinden almak isterler. O allah emanetidir, onu hayat pahasına da olsa verme der. Daha çok imtihanlar seni bekliyor, Allah muvaffak etsin deyip kucaklar, dualar eder.
O SENİ YALNIZ ZİYARET ETMEK İSTEDİ
Bir bayram sabahı hocası Muhammed Fuad ül Alusi Hazretleri ile Bağdad’ın büyüklerinin kabirlerini ziyaret ederler. Bağdatta epeyce evliya olduğundan hepsini bir günde bitiremezler, Abdulkadir Geylani hazretlerine sıra gelmeden akşam olur. Gece rüyasında bir el kendisine vurmak istiyor ve “Sen bütün evliyayı ziyaret edersinde ben evliyanın başı olduğum halde beni ziyaret etmezsin” diyor, hocasının eli onu tutuyor “Ya Şeyh o seni yalnız ziyaret etmek istedi” diyor. O arada türbenin etrafında bulunan meczub da “Pardesüyü de getir” diyor. Uyanır ki sabah namazı yakındır, abdest alır. Hocamız yeni bir pardesü almıştır, onu katlayıp kolunun altına alır, Abdulkadir Geylani hazretlerinin türbesine doğru yola koyulur. Türbeye yaklaştığında meczub ile karşılaşır “pardesüyü getirdin mi, pardesüyü” der, Pardesüyü verir, sabah namazını kılar, türbeye gelir ki türbedar kilitleyip gidiyor. Hocamz ”ziyaret etmek isteyince “benim de bayramım var, çocuklarım var, dün burada idim, gelseydiniz” der. Hocamız “Benim üzerime kilitle, sen git” der o da kabul eder. Türbeye girdiğinde sanduka büyümeye başlar ve her an farklı bir koku nereden bir kaynak haline gelir. Birde türbedar gelip “kalk öğlen oldu” der
TUTMA VE VERME
Cenabı Hak bazen bütün bildiklerini unutturur bazende öyle bir konuşturur ki nasıl olduğunu kimse bilemez. Hocamız Kayseri de vaiz iken bir Kadir Gecesi vaazı için epeyce hazırlanır. Vaaza çıktığında eüzü besmeleyi çeker gerisi gelmez, sanki bütün bildiklerini unutmuştur. Önündeki notları da silinmiştir. Tekrar besmele çeker, salavat getirir, gene gerisi gelmez. Cemaata “ Muhterem cemaat, biliyorsunuz ben bu vaaz için Ramazanın başından beri hazırlanıyordum ama şu anda hepsi aklımdan silinmiş, bu ya benim ya da sizin kusurumuzdan olabilir. Hep beraber tevbe edelim” der ve aşağı iner.
Başka bir zamanda Mekke i Mükerreme de bulunduğu sırada Mekke i Mükerreme Kadısı tarafından Beytullahda vaaz vermesi istenir, hem de mevzu verilir. Rasululahın sünneti seniyesi hakkında bir konuşma yapması ve bütün hoparlörlerle Mekke’ye verilecektir. Bu istendiğinde öğlen yakındır. Hazırlık yapmak için izin ister, kütüphaneye gider, daha birşeyler hazırlayamadan vakit yaklaşır. Kitapları kapatır. Abdest tazeler, Rasulullah a münacaatta bulunur. “Yarabbi senin beldende senin rasulünü anlatmam benden isteniyor, sen beni mahcub etme” der kürsüye çıkar, euzü besmeleyi çeker sonra sanki biri kulağına söyler o da söyler. Ne söylediğini bilmez. Vaazdan sonra Mekke kadısı boynuna sarılıyor, “bizi nerelerde dolaştırdın” diyor.
BU MİLLET BÜYÜK İNSANLAR YETİŞTİRMİŞTİR
Hocamız Bağdatta iken bir 10 kasım günü elçilikte orada bulunan bütün talebeleri toplantıya çağırırlar. Zaman zaman resmi günlerde böyle toplantılar yapılmaktadır. Salon dolmuştur, Büyükelçi kürsüye çıkar “Bu günün önemini belirten konuşmayı bize İbrahim Eken bey yapacaklar, biz de onu ayakta dinleyeceğiz” der. Hocamız böyle hazırlıksız ne yapacağını düşünür, kürsüye çıkar, Malazgirt’ten Alpaslan Gazi’den anlatmaya başlar, Fatih Sultan Mehmet’e geldiğinde bir saat kadar olmuştur. Dinleyenler ayak değiştirmektedirler, her an birisi düşüp bayılabilir, derken büyükelçilikten biri gelir, “Efendim çok güzel anlatıyorsunuz, sizi akşama kadar dinlemek isteriz ama biliyorsunuz elçilik işlerimiz var” der. Bunun üzerine hocamız “elçilik işleri olduğu için kısa kesmemi istediler anlatmak istediğim bu millet büyük insanlar yetiştirmiştir.” Der ve kürsüden iner.
AÇLIĞINA DAYANABİLİRSEN
Hocamız Kayseri’de görevli iken Yahyalı’da bir şikayet üzerine oraya gitmek üzere yola çıkar. O zaman direk vasıta yok. Sabah erkenden Develi’ye hareket eder, öğlene doğru Develi’ye varılır. Sabah erken çıktığından kahvaltı yapmaya fırsat bulamaz. Oradaki tanıdıklar ziyaret edilir, çaylar ikram edilir, otobüsün Yahyalı’ya hareket vakti gelir. “Develi’nin meşhur pidesi cıvıklı yiyecektik nereye gidiyorsunuz” derler. İkimdiden sonra Yahyalı’ya varılır. Hacı Hsan Efendinin yanına gelinir. Sohbet sırasında “Yahyalı’mızı nasıl buldunuz” diye H. Hasan Efendi sorduğunda “Açlığına dayanabilirsen iyi” der hocamız sabahtan beri birşey yemediğini anlatarak. Bundan sonra Hacı Hasan Efendi bütün ziyaretcilere aç olup olmadığını sormadan yemek ikram etmeye başlamış.
SEVGİNİN ESERİ
Hocamız Kayseri’de görevli iken bir kış günü Yahyalı’da bir şikayet üzerine oraya gitmek üzere yola çıkar. O zaman direk vasıta yok. Sabah erkenden Develi’ye hareket eder, öğlene doğru Develi’ye varılır. Akşam üzeri Yahyalı’ya varılır. Rahmetli Hacı Hasan Efendi köydedir. Oraya gitmek için vasıta yoktur. Bir traktör vardır o da çalışmaz. Hocamız yürüyerek de olsa ben gideceğim der. Bir kişi hocam ben size arkadaşlık edeyim der, yahyalı çıkışına geldiğinde korkup gitmekten vazgeçer. Bu arada traktörün sahibi çalıştırmaya uğraşır, çalışmayınca eline balyozu alır, “bu gün de işe yaramazsan daha ne zaman işe yarıyacaksın” der, traktör çalışır. Birde karanlığın içinden pat pat diye bir ses gelir. Hocamız biner yola koyulurlar. Köyde de Hacı Hasan Efendi “Kardeşim İbrahim geliyor, çıkın bakın” diyormuş. Yanındakiler de hacı baba bu havada nasıl gelsin vasıta da yok bu fırtınada gelemez diyorlarmış. Sonunda köye varmışlar. Kucaklaştıktan sonra “Herkes bekliyor, camide onlara konuş da sonra görüşelim” derler. Eğer sevgi kuvvetli ise çeker götürür. Bu bir sefer de Ladik’li Ahmet Baba ile de olur. Hocamız bir kış gecesi otobüs ile Ladik yakınlarından geçerken otobüsü dudurur, inmek ister. Şöför bu karda kışda bu ıssız yerde kurtlardan başka hiçbirşey yok, inmeyin derse de dinlemez iner. Biraz sonra dağdan aşağı Ladik’li Ahmet Baba kemerini çekerek gelir. “babam kış günü yatağında rahat bırakmıyorlar” der. Sevince böyle ayağa getirmeler de olurmuş.
İLAHİ HİKMET
Bir Yahyalı ziyaretinde Rahmetli H. Hasan Efendi ile bir mağaraya girerler. Yol çok sarp ve dardır. Mağaranın içinde bir su ve kumlar vardır. Hacı Hasan Efendi kumdan bir avuç alarak yarısını kendi alır, yarısını da hocamıza verir. O da bir mendile sarar, evde kütüphanede muhafaza eder. Seneler sonra hocamız üniversiteden arkadaşı olan birisinin Kayseri’ye geldiğini duyar, evine davet eder. İnançsız olan bu kişi mağaradan getirdiği kumlara bakarken “bana imanı öğret, ne yapmam gerektiğini söyle” der. Banyoyu yakıp gusul abdesti almasını söyler ve “eşhedü en la ilahe illalah veeşhedü enle muhammeden abduhu veresulühu” demesini tavsiye eder.
O KOL BANA LAZIM
Hocamızın kolu kırılır. Doktorlar kolu keseceğiz derler. Hocamız benim bu kola ihtiyacım var inşallah iyileşecek der. Kol iyileşir. Bir gün doktor talebeleri ile vizite gelir “Seni hastaneden çıkarmayacağım” der. Hocamız “Allah izin vermezse çıkaramazsın” der. “Ya şimdi çıkarırsam” deyince “Allah emredince hemen çıkarırsın” der. Doktor “Yani bizim elimizde hiç bir şey yok mu ?” deyince hocamız “Elinizde bir şey vardı da sabah ayağı ile ameliyat haneye giren hastayı niye kurtaramadınız, aletiniz mi yoktu, ilacınız mı yoktu, neyiniz eksikti ? Eğer her şeyin Allahın izni ile olduğunu bilseniz, sizin vazifenizin hizmet olduğunu, şifayı verenin Allah olduğunu bilerek şimdi benim yanıma sabah ki kaybettiğniz hastanın tedirginliği ile değil daha sakin kafayla gelir, daha iyi tedavi ederdiniz. Doktor yanındaki talebelerine “haydi gidelim, yoksa bizide müslüman edecek.
SUAL ÜÇ ŞEY İÇİN SORULUR
Hocamız Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi iken zamanın din işlerinden sorumlu devlet bakanı Özgüneş Paşa Diyanet İşleri Başkanlığına gelir. Hocamızı sıkıştırmak içn çağırır. Size bir soru soracağım der. Hocamız “Soru üç şey için sorulur. Ya öğrenmek için sorulur, veya anlatılan bir konunun anlaşılıp anlaşılmadığını bilmek için sorulur yahut ta itiraz etmek için sorulur. Siz bunlardan hangisindesiniz ?” deyince “Kabul et ki itiraz için soruyorum” der. Hocamız “Bir hadisi şerifte muterize ilimle cevap vermek ilme ihanettir buyuruluyor, size cevap veremem” der. Hocamız çıktıktan sonra “biz onu sıkıştıralım dedik, o bizi sıkıştırdı” demiş.
FRANSA DAĞ KÖYÜNDE SAHABİ HAYATI YAŞAYANLAR
Hocamız bir Ramazan Fransa’ya görevli gönderilir. Orada ki bir tesbiti hemen hemen her evde bir köpek vardır. Birgün yolda yürürken önlerinden bir adam bir kadın ve bir köpek gitmektedir. Adam kadına yaklaşır, kadın birşeyler söyler. Hocamız yanındakilere ne dediğini sorar. Kadın “Fazla yaklaşma köpek kıskanıyor” diyormuş. Bu durumdaki toplumda hocamız bir dağ köyünü ziyaret eder, oraya giderken bir yerden sonra at ta çıkamaz, yürüyerek çıkarlar. Köyde arapça konuşulmaktadır. Sahabi hayatı yaşanmaktadır, kılık kıyafetleri müslümancadır fakat orada yaşayanların hepsi papazdır. Orada hiç falso yapmıyacak şekilde yetiştirilip arap ülkelerinden birine gönderiliyormuş. Bir müddet islami yaşayışı ile etrafına epeyce insan topluyor, şeyh oluyor, ondan sonra da sapık fikirlerle insanları saptırıyorlarmış.
"ÖLÜMLE TEHDİT" HİKAYESİ ( HOCAMIZIN KENDİ DİLİNDEN )
Sene 1972. İstanbul da bulunuyorum. Bir dükkanımız var, Taksimde, İşte o muhtıralar verildiği, hükümetlerin düşüp değiştiği bir sürü mesellerin olduğu günlerin arefesinde ikide bir telefonumuz çalıyor. Açıyorum, bir ses “Hazırlan yağlı ipe boynun yakında geçecek” diyor. Böyle ikide bir telefon edilip ondan sonra kapatıyor. Hiç aldırmıyorum. Bir gün sabah erken dükkana vardım ki, dükkanın güneşlik bir perdeliği var, perdeliğin ortadaki demire yağlanmış bir sicim kement edilmiş, asılmış üstüne bir yazı konmuş, “Bu kemente yakında boynun geçecek!” Çocuklarıma ibret olsun diye onu sakladım, ip yağlı hali ile hala arşivimde mevcuttur. Allah yolunda yürüyebilmek için kendilerini nelere hazırlaması gerektiğini anlasınlar diye... O gün yine telefon çalar. Bul sefer der ki, “yakın kaldı, boynun o ipe girecek haberin ola.” Güldüm, dedim ki, “senin kim olduğunu sorma ihtiyacını dahi duymuyorum. Çünkü şahsen seni öğrenmek ihtiyacında değilim. Senin zihniyetini biliyorum çünkü. Hangi küfrün piyonu ve aleti, hangi düşüncenin esiri olduğunu kime askerlik yaptığını biliyorum. Fakat, ne kadar da ahmaksınız! Bir insan “gaye” ile tehdit edilir mi? Şu halimle benim gayem, Cenab-ı haktan niyazım, şahadet mertebesine ermektedir. Bu benim için gayedir, hedeftir son amacımdır. Bir adam bu gayesi ile tehdit edilir mi be hey ahmak? Senin kendine mabut edindiğin, sadece şehvet, sadece içki ve viskilerindir, şu anda sana, “eğer sen o yağlığında devam edersen dünyanın en güzel kadınlarını, en güzel viskilerini sana veririm” desem, bu senin için tehdit mi olur be hey ahmak? Ben şahadetin susamışıyım. Bununa ben tehdit edilir miyim! Çıt, kapandı, ses kesildi, bir daha tehdit kalmadı. Hiç telefonla taciz edilmez olduk.
ÖMER ESKİCİ BEYİN HATIRASI ( HOCAMIZIN KENDİ DİLİNDEN )
Allah gani gani rahmet eylesin, bir gün Ömer Eskici ağabeyin evine uğramıştık. Konuşurken Ömer ağabey "Efendim, İslamiyet insana ruh verir, güç verir. Ancak İslamda da bir reforma ihtiyaç var" dedi. Bunun üzerine bir hasbıhal başladı ve hayli uzadı. Nihayet, "Ağabey" dedim, "bu mevzuyu böyle halledemeyiz. Bu meseleyi biraz genişçe ele almalıyız, bizim sohbetlerimize devam etmeniz lazım." "Beni de alırmısınız aranıza?" dedi.
"Alırız, tabii" dedim. Ve o günden sonra zannediyorum ki bir tek sohbeti kaçırmadı, rahmetli. Aradan iki sene geçti, yine bir sahbetimizdeyiz, bir de misafirimiz var. Konuşma esnasında birz hadisi şerif okudum. Bu zat "doğru söylüyorsunuz ama," dedi " hadis olsa da artık yirminci asrın bu terakki devrinde bu da olur mu yani!" Ben cevap vermek üzere iken Ömer ağabey tabiaten hiç konuşmadan oturur, dinler, ancak zaruret halinde söz söylerdi. "Buyurun Ömer ağabey" dedim. Ömer ağabey "Kemal bey, Kemal bey" dedi, "senin bu kafanla ben ömrümün elli senesini ifna eyledim! Allah'a hamdolsun ki şu topluluğa girmem nasiboldu. Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem söylüyor diyor, hadisdir diyor. Hadis dedikten sonra senin aklın ne oluyor, asrın kim oluyor!"
İşte bu, yola girişin ifadesidir. Ömer ağabey rahmetli bu sözler söylemek yerine bize dünyayı bağışlasaydı bu kadar memnun edemezdi. İki sene evvel İslamda reform lazımdır diyen bir zihniyet, şimdi "hadisdir dedikten sonra senin aklın ne oluyor, asrın kim oluyor!" diyorsa, bu İslam fikriytına girişin, doğru yola girişin ifadesidir. İşte hadiselere ancak bu gözle baktığımız zaman doğru bir anlayışa varmamız mümkün olabilecektir.
MEDİNELİ SAATÇİ OSMAN EFENDİ YE AİT HATIRA ( HOCAMIZIN KENDİ DİLİNDEN )
Hacca gitmiştim. Mekke-i Mükerreme`de bulunan âlimlerin hocası, hocaların hocası, Şıh Muhammed el-Arabî et-Tebbani ismindeki büyük zatın ziyaretindeyim. Sohbet esnasında Şeyh Efendi,
"Sultan Abdulhamid geliyor ayağa kalkın." diye bir söz sarf etti. Biz şaşırdık. Acaba Hoca Efendi`nin keşif hâli midir, rüyasını mı anlatıyor, kıssa mıdır, acaba ne anlatacak, diye düşünürken, o anda saatçi Osman Efendi içeri girdi. Gelen o imiş...Sohbetten sonra Osman Efendi`ye sordum: "Efendim, Şıh Arabi hazretleri, sizin geldiğiniz esnada, Sultan Abdülhamid teşrif ediyor, dediler. Anlayamadım. Kendisine sormak fırsatını da bulamadım. Bu işin sırrı nedir?"
Osman Hoca da bu hâle hayret ederek, şu cevabı verdi: "Acayip! Bunu Allah`tan başka kimse bilmiyor. Ben bu seneki haccıma Sultan Abdülhamid niyetine, niyet etmiştim. Haccım Sultan Abdülhamid hazretlerine vekâleten, onun ruhuna ithaf etmek için Rabbim kabul etsin diye... Kimseye de bildirmemiştim. Kimin için hacca geldiğimden ailemin dahi haberi yok... Demek ki Şıh Arabi`ye malum olmuş."
ASHAB-I KİRAM KİTABI
Sami Efendimiz (k.s.)’in, Ashâb-ı Kiram isimli kitabı, Üstazımız Hacı Hasan Efendi (k.s.)’a, İbrahim Eken Hoca tarafından, el yazısıyla hazırlanarak, yeni sunulmuştu.
http://aliramazandinc.azbuz.com/blog/yazi/oku/5000000009515851/ALI-RAMAZAN-DINC-HOCA-EFENDIMIZDEN-COK-ONEMLI-ACIKLAMALAR------------ROPORTAJI-YAPANMAHMUT-BIYIKLI
İSMAİL CERRAHOĞLU NUN HATIRASI
Kayseri’den İbrahim Eken vardı bizden daha yaşlıca; mühendislik okuyup gelmiş İlahiyat’a. Onun babası hocaydı (Camgöz Hacı Yusuf Hoca); babasından okumuş; bilgiliydi. Onun dışında, Kadriye Erten, Celalettin Karakılıç, İmdat Şengül de bizim sınıftaydı. İkinci sene, Fakülte’nin karşısında Hukuk Yurdu’nda yer buldum; orada kalıyordum. Namazdan sonra erkenden Fakülte’ye giderdik; sabah benim başıma bir grup, İbrahim’in (Eken) başına bir grup taplanırdı; öğrenci arkadaşlara Kur’an okutur, ders çalışırdık.
http://www.islamiyat.com.tr/makale.php?bid=82
ALİ ULVİ KURUCU’NUN BİR HATIRASI
1946 da Süveyş den Ciddeye kalkan vapurda, halinden muhterem bir zat olduğu belli olan Kayserili Yusuf efendi ile tanışmıştım
Kendileriyle iki günlük ahbaplığımız sırasında; “İbrahim isminde bir oğlum var, âlim olmasını, milletine ve vatanına hizmet etmesini isterim, hep öyle dua ediyorum, sizd de dua buyrun,” demişlerdi.
Onlar Cidde den Mekkeye geçtiler, bende Medine ye yolcu olmuştum.
Gel zaman git zaman 1956 da Bağdat ta okumakta olan bir Türk talebesi hacdan önce Medine ye gelmişti. Görüşüp tanışınca kendisine şöyle demiştim: Bir zamanlar Süveyşd ten Cidde ye gelen gemide Yusuf isminde Kayserili bir zat ile tanışmıştım, tanır mısın?
Babamdır, dedi. Benim için süpriz olmuştu, söyle dedim:
Demek ki babanızın duası kabul oldu.
Birkaç ay Medine de kaldı ve bu kalışından çok istifade etti. Vakitlerini iyi değerlendirmek için kütüphanelerde araştırma yaptı,
Saatçi Osman Efendi nin Şeyh İbrahim Kotani nin sohbetlerinde bulunarak, ilim ve kültür hazinesini geliştirdi.
Sonraları Türkiye ye gittiğim zaman konferanslarına katılma imkânım oldu. Çok rahat konuşuyor, ruha hitap ederek dinleyenlerini mest ediyordu. Yazdığı kitaplar çok faydalı olmuştu.
1992 senesinde Kayseriye gittiğim zaman candan karşılayan kardeşlerimiz arasında kendisi de vardı.
* ...........................Yazar: Sare Kurucu Sayfa: 151
ALLAHLIK İDDİASI
Kırk - kırk iki sene evvel bir Ramazan İstanbul’a gelmiştim. Allah gani gani rahmet eylesin, işadamı bir dostumun Fincancıları çıkınca Tahtakale’ye varmadan bir hanın içinde yazıhanesi vardı. Ben o yazıhaneye ziyarete girince baktım ki bir takım zevat oturuyor, hepsi rahmetli oldu. Beş – altı kişi Ramazan keyfi ikindi vakti vakit geçiriyorlar, evlerine iftara gidecekler. Arkadaşım,
Kırk - kırk iki sene evvel bir Ramazan İstanbul’a gelmiştim. Allah gani gani rahmet eylesin, işadamı bir dostumun Fincancıları çıkınca Tahtakale’ye varmadan bir hanın içinde yazıhanesi vardı. Ben o yazıhaneye ziyarete girince baktım ki bir takım zevat oturuyor, hepsi rahmetli oldu. Beş – altı kişi Ramazan keyfi ikindi vakti vakit geçiriyorlar, evlerine iftara gidecekler. Arkadaşım,
—Hocam benim şimdi 16 milyon borcum var, ama 15 bin kişinin rızkı temin ediliyor buradan, buna bir çare bulun dedi.
Ben
—Allah Allah, Allah Allah
dedikçe son derece zeki olan bir başka arkadaş bir köşeye oturmuş kıs kıs gülüyor. Sonra soruyu soran arkadaş
—Hoca niye şaşırdın, dedi.
—Şaşırdığımın sebebi var, ben sizi çok ihlâslı mü’min bir kimse bilirdim, ne zamandan beri Allahlık iddiasına başladınız, sen kulluğu tamamladın da rızk vermek sana mı kaldı?
dedim. Ben böyle der demez meselenin inceliğini kavradı, şöyle gözlerinden yaşlar döktü,
—tövbe, tövbe ben demedim, tövbe ben demiyorum.
Nasıl ağlıyor ama.
Dini ve Tıbbi Temizlik
1960 senesi 27 Mayıs ihtilali: Mehmet Özgüneş ihtilalcilerden ve devlet bakanı, diyanete de bakan devlet bakanı idi. Mehmet Özgüneş liseden bizden evvel mezun oldu ve mezun olduğu sene lisede öğretmen vekilliği yaptı. Orta mektep ikinci sınıfta benim matematik hocalığımı yaptı, onun için beni iyi bilir. Ankara’da topladı;
— Efendim bu din adamları da dedi kendilerine düşmeyen meseleye karışmasınlar, artık temizlik tıbbın meselesidir, kuyuya şu fare var, kırk aşırma çekersen şöyle olur, bilmem ne böyle olur diye kalkışmasınlar, onu da doktorlara bıraksınlar, dedi.
Allah Allah, delilenmemek elde değil! Biz de temsilci olarak Kayseri’den üç kişi geldik; birisi Cemal Cebeci, birisi de Çorakçı Mehmet Efendi, biride ben. Ben aralarında oturuyorum, ben izin istedim. Hani gençlik de var, 61 senesi; yani 45 sene evvel. Bizim de dumanımız başımızdan çıkıyor.
—Efendim bir iş ne olursa olsun bilmediği şeye karışmasa iyi olur diyerek başladım.
—Evvela özür dilerim, din adamı diye bir tabir yoktur İslamiyet’te. Dini ilimlere sahip âlimler vardır. Çünkü her tevhit getiren adam din adamıdır. Müslümanlar arasını tefrik etmeyiniz, ayırt etmeyiniz. Ulema diye bir vasıf vardır, ilim sahipleri vardır. Hiçbir ilim adamı da bu temizliğe müdahale etmez, elbette gereklidir. Bir tıbbi temizlik vardır, bir de dini temizlik vardır. Tıbbi temizlik maddelerin bakteri ve virüsten arıtılmış olması demektir. Dini temizlik ise necasetten ve hadesten arıtılmış olmaktır. Bunun için bir kova suya bakteri ve virüslerden uzak bir bardak şarap dökseniz tıp laboratuarlarına gönderseniz size verecekleri rapor temiz raporudur. Zira bakteri de yoktur, virüs de yoktur. Ama dinen necistir, ne abdest alırsanız abdestiniz abdest olur, ne de guslederseniz guslünüz gusül olur. Bu hadesten temizlemez. Hiçbir dini ilim adamı da tıbbi temizliği reddetmez ve de onların işine de karışmaz. Fakat müsaade ederseniz ihtisas sahiplerine hürmet göstersinler, dini meseleyi de din ilim adamlarından öğrenmeye çalışalım, tahrif etmeyelim.
O zaman kimse kapıdan başını çıkaramadığı bir devir. Ceketim yırtılacak zannettim, bir taraftan Çorakcı bir taraftan Cemal Bey şöyle çekiyorlar; ‘otur yahu ne ediyorsun’ diye. Neyse, Allah rahmet eylesin Özgüneş;
—İbrahimi bilirim benim talebem, çok zekidir, onun ilim anlayışını da bilirim. Zaten biz de dini meseleye müdahale etmek istemiyoruz, dedi.
—Efendim, dini din âlimlerine bırakınız, dedim.
—Anlıyorum arkadaş söyletme, bunlar sürçü lisandır, hata olabilir, fakat biz dini meseleye müdahale etmek düşüncesinde değiliz, dedi.