ARİFLERİN RUHU
TAKDİM
Hamd Allah'a mahsustur. Dostlarının kalbini her türlü sıkıntıdan ve dünya mal ve lezzetlerine kapılmaktan koruyan O'dur. İçlerini zatından gayrısının tefekküründen uzak tutan O'dur. Bu arınmış gönüllere isim ve sıfatları ile O tecelli eder. Sonra da kendi kutsiyetinden O gönüllere açılır da, gönüller O'nun marifet nuru ile aydınlanır ve mehabet ateşi ile yanar. Sonra O gönülden celâlinin hicabını giderir de böylece yüceliği, azameti ve marifet ummanları zahir olur.
Ve her türlü salât ve selâm irfanının kemâli ile a'lemil enbiya olan Hazreti Fahri Alem Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selleme ve O'nun gönülden bağlıları ve sevgilileri olan âl ve ashabına olsun.
Bu fakir ve zaif Ahmed Ziyaeddin Mustafa (Allah onları lûtfu, iştiyakı, yakınlığı ve rızası ile muamele etsin) derki: Allah mehabbeti makamatın en uzak hedefi ve derecelerin en yüksek zirvesidir. Mehabbet makamına erdikten sonra varılacak bir makam yoktur. Ancak ondan sonraki zuhurat onun tâbileri ve meyveleridir. Şevk, üns, rıza gibi.
Mehabbet makamından önce de makam yoktur. Olan ancak onun mukaddimeleridir. Tevbe, sabır, züht makamları gibi.
Bazı alimler "Allah'a mehabbetin manası ancak O'nun tâatine devamdan ibarettir, yoksa mehabbetin hakikatine ermek muhaldir, mehabbet ancak cins ve misil ile mümkün olur" demektedir. Böylece mehabbeti inkâr edince üns, şevk ve münacatın lezzeti ve bunların tâbi ve gereklerini de inkâr etmiş olu-yorlardı. Hakikati açıklamak ve delil göstermek gerekiyordu.
Bunun için biz de evvelâ mehabbetteki şer'i delilleri açıklayacak, sonra mehabbetin hakikatini ve sebeplerini belirteceğiz. Sonra da mehabbete Allah'dan başka kimsenin lâyık olmadığını anlatacak ve sonra sıra ile en büyük lezzetin Cenabı Hakkın veçhine nazar lezzeti olduğunu, artışın sebebini, insanların sevgide farklı oluşlarının sebebini, Allah'ın marifetini anlamaktaki kusurların sebebini gösterecek, sonra da şevkin manasına, Allah'ın kulunu sevmesinin manası ve alâmetine, kulun Allah'ı sevmesinin manası ve alâmetine işaret edeceğiz. Bundan sonra da Allah ile ünsün manasını açıklayacak ve son olarak da inbisat ve idlâl ile rızanın manası, fazileti, hakikati ve alâmetini bildireceğiz.
ALLAH VE RESÛLÜNE MEHABBET
MEHABBETİN ŞER'İ DELİLLERİ
Allah ve Resûlünü Sevmek İmanın Gereği
Allah ve Resulüne mehabbetin farz olduğunda ümmet birleşmişlerdir. Böyle olunca artık nasıl olur da artık mehabbet tâatla tefsir olunabilir. Halbuki tâat ancak sevginin neticesi ve meyvesidir. Buna delâlet eden ayetler vardır. Nitekim:
“Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler”,
ayeti celilesi ve gene;
“İman eden kişiler Allah'a olan mehabbetleri itibarıyla en kuvvetli (şiddetli) olanlardır”,
ayeti celilesi buna delâlet eder. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de Allah sevgisinin imanın şartla-rından olduğunu bildirmiştir. Kendisine,
− Ya Resûlullah iman nedir?
diye sorulduğu vakit;
− Senin yanında Allah ile Resulünün başkalarından daha sevgili olmasıdır,
buyurmuşlardır. Diğer bir hadisi şerifte de;
− Sizden herhangi biriniz, yanında Allah ve Allah'ın Resûlu başkalarından daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz,
buyurmuşlardır. Başka bir hadiste de;
− Bir kul Allah ve Resûlu kendisine malînden, ehlinden ve insanların hepsinden daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz,
buyurmuşlardır. Daima şöyle dua ederlerdi,
− Ya Rab, senin mehabbetin ile ve sana mehabbet edenin sevgisi ile ve senin mehabbetine yaklaştıracak olan şeylerin sevgisi ile rızıklandır ve Zatı ecilli a'lânı bana soğuk sudan daha sevimli kıl.
Ve;
− İnsan sevdiği ile beraberdir,
buyururlar. Ve yine,
− Allahu Teâlayı seviniz, size hiç bir minnet yükleme-den nimetlerini, rahmetini ihsan ettiği için. Beni de seviniz Allah için,
buyurmuşlardır.
Bir gün bir zat gelerek;
− Ya Resûlullah sizi seviyorum,
demişti. Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de;
− Öyle ise nefsini fakre sabra hazırla,
buyurmuş.
− Ya Resûlullah Allah'ı da seviyorum,
deyince,
− Öyleyse nefsini belâya sabra hazırla,
buyurmuştur.
Büyüklerin Sözleri
Haberi meşhurda rivayet olunmuştur ki, İbrahim Aleyhisselam ruhunu kabzetmek için ölüm meleği gelince;
− Sen hiç halilini öldüren bir halil gördün mü?
deyince, Allahu Teâla;
− Sen hiç sevgilisine kavuşmak istemeyen bir sevgili gördün mü?
diye vahyetti. Bunun üzerine Hazreti Halil,
− Ey Melekülmevt şimdi kabzet!
buyurmuştur.
Hazreti Ebu Bekr radıyallahu anh da;
− Allah'ın saf mehabbetinden zevk alan bir kimseyi bu zevk dünyalığı talepten alakoyar ve bütün insanlardan beri eder,
buyurmuştur.
Hasan Basri rahmetullahi aleyh hazretleri;
− Rabbini tanıyan kimse O'na mehabbet eder. Dünyayı tanıyan kimse de orada bulundukça züht sahibi olur. Mü'min olan bir kimse gaflette kalmadıkça lehviyyata dalmaz. Düşününce de bundan hüzün duyar
demiştir.
Ebu Süleyman Eddarani hazretleri demişlerdir ki,
− Allah'ın kullarından öyleleri vardır ki onları cennet ve içindeki nimetler dahi Allah'dan alıkoyamaz. Nasıl olurda bu denî dünya için O'ndan alakalsınlar.
Hazreti Harem de buyurur ki,
− Mü'min olan kimse Rabbini tanıdığı vakit O'na mehabbet eder. O'na mehabbet edince de O'na yönelir. O'na yönelmenin halavetini bulunca da dünyaya şehvet gözü ile, ahirete de fetret gözü ile bakmaz. Artık o cesedi ile dünyada ise de ruhu ile ahirettedir.
Yahya bin Muaz hazretleri ise,
− Mehabbetten bir zerreye sahip olmak mehabbetsiz yetmiş senelik ibadetten daha sevimlidir,
buyurmuşlardır.
MEHABBETİN HAKİKATİ
Mehabbetin hakikati ve sebepleri ancak onun mana-sını bilmekle insanın zihninde açılır. Sonrada şartlarını, sebeplerini ve Allahu Teâla hakkındaki manasını bilmek gerekir. Allahu Teâla hakkındaki mehabbet ise O'nun marifetine ermedikçe tasavvur olunamaz. Zira, insan bilmediği şeyi sevemez. Bunun içindir ki cemadatın mehabbet ile ittisafı tasavvur olunamaz. Mehabbet ancak idrak sahibi bir dirinin hasselerindendir.
Mehabbet, tabiatın lezzet alınan şeye meylidir. Eğer bu meyil kat'iyet kesbeder ve kuvvet bulursa aşk adı verilir. Buğz ise tabiatın, üzücü ve yorgunluk veren şey-lerden nefretidir. Eğer bu kuvvet bulursa makt adını alır.
Mehabbet idrake tâbidir. Marifette ancak idrak kudreti ve hisler ile hasıl olur. Bunun için, her hissin bir idraki vardır. Her idrakin bir lezzeti vardır. İnsan tabiatında bu lezzet sebebi ile bir meyil hasıl olur. Gözün lezzeti güzel görünen şeylerde, kulağın lezzeti tatlı namelerde, koklamanın lezzeti hoş kokularda, tat almanın lezzeti güzel yemeklerde, dokunma hissinin lezzeti ise yumuşak ve lâtif şeylerdedir. Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ise namazı göz bebeği diye isimlendirmiş ve onu sevgililerin en üstünü yapmıştır. Halbuki bilinen bir şey varsa oda namazda beş duygu için her hangi bir alâka yoktur. O hiç bir zaman havassı hamse ile idrak edilemez. Onun lezzeti ancak altıncı bir his iledir ki, o kalb ile yahut akıl ile yahut Allah'ın lütfettiği bir nur, bir anlayışla idrak olunur. Bütün hayvanlar insana beş duyguda iştirak ederler ama bu altıncı histe iştirakleri yoktur. Bu his ancak insana mahsustur. Zira Allahu Teâla beş duygu (havassı hamse) ile idrak olunamaz ve hayalde de temsil olunamaz. O ancak basiret ile idrak olunur, bilinir. Bunun içindir ki insanın basireti kuvvetlendikçe hayvanî sıfatları noksanlaşır ve Allah mehabbetine daha çok yaklaşır.
MEHABBETİN SEBEPLERİ
Mehabbetin sebepleri çeşitlidir.
Var Olmak (Vücut)
Hiç şüphe yok ki insan kendini sever. Başkalarını da sever ama çoğu kere nefsi için sever. Acaba kişi başkala-rını nefsi için değil de bizatihi sevebilir mi? Bu hakikaten çoğu kere müşkil bir haldir. Ama hak olan şudur ki böyle bir sevgi tasavvur olunabilir ve mümkündür. Bundan dolayı insan için ilk sevgili nefsi ve zatıdır. Sonra uzuvlarının selameti, sonra malı, sonra evlâdı, sonra akrabaları, sonra dostları gelir. Uzuvlar sevilen şeylerdir. Onların selameti istenir. Zira varlığın devamı ve kemâli ancak uzuvların selametine bağlıdır. Mal ve diğer sebeplerde bunun gibidir.
İhsan
Zira insan ihsanın kölesidir. kalpler kendisine ihsan edenlere sevgi beslemek ve fenalık edene de buğz etmek tabiatında yaratılmıştır. Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem;
− Ya Rab! bana bir fâcir vasıtasıyla ihsanda bulunma. Olaki kalbim ona ihsanı dolayısıyla sevgi besler,
diye dua ederlerdi. Bunun ile Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, ihsan eden kimseye gönülde bir sevginin hasıl olmasının zarurî olduğuna işaret etmektedir. Ancak bu sevgi ihsan edenin zatından dolayı değil, ihsanından ötürüdür. Meselâ ilim bizatihi sevilen şeydir. üstat ise ancak ilminden dolayı sevilir. Diğer sebeplerde böyledir.
İyilik ve Güzellik
Zira insan güzeli lizatihi sever, onu güzelliğinin dışında duyduğu bir haz için değil. Güzellik duyduğu hazzın taa kendisidir, yeşilliğin, suyun, kuşların, çiçeklerin ve nurun sevgisi gibi. Bunların hepsi yaratılış itibarîyle sevimlidir.
Duymak, İdrak Etmek ve Anlamak
Zahiri suretler duygularla (havassı hamse) idrak olunur. batinî şekiller, manalar ve bir şeyin kemâli havas ile değil, basiret ile idrak olunur. Nitekim sahabe-i kiramı seven kimse, onların kemik, et, deri veya şekillerine mehabbet duymaz. Ancak onların sevilmeye lâyık sıfatlarını ve güzel ahlâklarını sever. Onun içindir ki kimin basireti daha açık, sevgiliye olan ilim ve irfanı daha fazla ise mehabbeti de o derece fazla olur. Onun içindir ki peygamberlerin sevgisi daha fazla olmuştur.
Seven İle Sevgili Arasındaki Gizli Münasebetler
Nitekim öyle iki şahıs görürsünüz ki birbirlerine büyük sevgi bağları ile bağlıdırlar. Bu bağ ne bir güzellik sebebi ile ne de ondan duyulan nefsâni bir haz münase-beti iledir. Nitekim Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem;
− Ruhlar birbirine bağlı yaratıklardır. Bunlardan birbiriyle tanışan ünsiyet eder, birbirine aksi yaratılışta olanlar ise ihtilâf ederler,
buyurmuşlardır.
İşte mehabbetin bu sebepleri bir şahısta toplanırsa şüphesiz sevgide artar. Meselâ, bir insanın güzel yüzlü, iyi ahlâklı, üstün bilgili, iyi tedbirli insanlara ve babasına iyilik eden bir oğlu olsa, şüphesiz ki baba o evlâdı son derece üstün bir sevgi ile sever. Bu sıfatlar kemâl derecesine varırsa, sevgi de en yüksek dereceyi bulur. İşte Allahu Azimüşşanın sıfat ve isimleri bütün kâinattan daha üstün olduğuna göre, bütün sıfatlarında Allah'a asla şerik olmadığına göre O'nun sevgisi de en yüce ve en üstün olur. Ancak bu üstünlüğü duymak için Allah'ın sıfatlarının kemâl, cemâl ve celâlinin ne demek olduğunu bil-mek lâzımdır.
MEHABBET ANCAK ALLAH'ADIR
Mehabbete müstahak olan ancak Allahu Teâladır. Nitekim Allah'a herhangi bir nispeti olmadan, Allah'dan başkasına sevgi beslemek ancak marifetullahdaki kusurdan ve bu noktadaki cehalettendir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme sevgi besleyen bir kimsenin bu mehabbeti Allah mehabbetindendir. Zira Resûlullah sevgisi ile ancak Allah mehabbeti tamamlanmış olur. Ülemaya ve takva sahibi kişilere beslenen mehabbet de böyledir. Zira sevgilinin sevgilisi sevilir. Bütün bunlar asıl sevgiye rücu eder. Yoksa hakikatte sevgili yalnız ALLAH'dır. Mehabbete O'ndan gayrı müstahak kimse yoktur. Zira mehabbetin sebepleri kemâli ile Cenabı Hakk'da toplanmıştır. O'ndan başkasında bu sebeplerin ancak bazıları vardır.
Kendini bilen Rabbini bilir. Kat'iyyen bilir ki, bizatihi kendisinin varlığı yoktur, olamaz. Zatı-nın varlığı, bu varlığın devamı ve kemâli ancak Allah'ın varlığındandır, O'nun varlığı iledir ve gene O'na dönecektir. Varlık âleminde bulunan her şey Allah'ın kudretine nispetle gölge gibidir. Her şey O'nun kudretinin eseridir. Ve her var olan şey ancak O tek var olana tâbidir. Işığın varlığı güneşin varlığına, gölgenin varlığı şahsın varlığına tâbi olduğu gibi. Artık Rabbinden gayrıya sevgi besleyen kimse nefsi ve şehvetleri ile meşgul olmaya başlar. Ondan Rabbinin ve yaratıcının marifeti silinir de Rabbini lâyığı ile tanıyamaz. Halbuki mehabbet marifetin meyvesidir. Marifetin yok olması ile mehabbet de yok olur. Marifetin zayıflaması ile diğeri de zaafa uğrar. Onun kuvveti ile diğeri de kuvvet bulur. Marifet ise ancak kendisi ile Rabbi arasında bir münasebet meydana geldikten sonra hasıl olur. Münasebet bazen açık olur, çocuğun çocukla, alimin alim ile, cinsin cins ile münasebeti gibi. Bazen de gizli olur. Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin,
− Ruhlar birbirine bağlı yaratıklardır. Onlardan birbirini tanıyanlar (birbirine uyanlar) anlaşırlar,
hadisi şeriflerinde buyurdukları gibi.
İşte bu hal batınî bir münasebetten dolayı Allah mehabbetini gerektirir. Bu münasebet asla bir benzerlik ve şekle rücu etmez. Bu ancak batınî manalardan neşet eder ki bu manaların bir kısmını kitaplarda zikretmek caiz ise de, bir kısmını zikretmek caiz olmaz. Bunlar sırdır. Sülûk şartlarını tamam-ladıkları vakit sâlikler ona muttali olurlar. Bunlardan zikrolunanlar kulun, sıfatlarında Allah'ın yakın-lığına ermeleridir. Bu sıfatlar uymakla emrolundukları hususlardır. Bunlar, ilim, iyilik, ihsan, lütuf, hayrı çok işleme, mahlûkata merhamet, nasihat, irşat ve onları batıl şeylerden men etmek gibi ahlâkullah ile ahlâklanmaktır. Yazılması caiz olmayan şeyler ise;
− De (Ey habibim) ruh Allah'ın bir emridir,
ayeti celilesi gibi. Gene;
− Biz seni yer yüzünde halife yaptık,
ayeti gibi. Zira Hazreti Adem aleyhisselam Allah'ın hilâfetine bu münasebetten başkası ile müstahak ola-maz. Ve gene;
− Allah Adem'i kendi suretinde yarattı,
ayeti gibi. Bu gizli münasebetler ancak farzlardan sonra nafile ibadetlere devam ile zahir olur. Allahu Teâla'nın;
− Kulum nafile ibadetler ile bana, ben kendisine mehabbet edinceye kadar, yaklaşır (takarrüb eder). Bir kerede sevdim mi onun işiten kulağı, gören gözü ve konuşan dili olurum,
hadisi kutsîsinde buyurdukları gibi. Bu cidden kalem ile ifadeden kaldırılan, kalem ile ifadesi mümkün olmayan şeydir. Zira O'nun celâlinin marifetinde akıl şaşıracak ve aciz kalacaktır. Sıddıkı A'zam radıyal-lahu anh hazretleri buyururlar ki,
− mahlûkatı için, marifetini idrake, o marifeti idrakten aciz olduğunu idrakten başka yol halk etmeyen Allahu Teâlayı her türlü noksandan tenzih ve tesbih ederim.
İdrakten aciz olduğunu bilmek, işte asıl gerçek idraktir. Artık Allah mehabbetinin hakikaten mümkün olacağını inkâr edip de, onun ancak mecaz olduğunu iddia eden kimse ise, yoksa bu sıfatları (cemâl, kemâl, celâl, beha, azamet, hamd, hüsün) mı inkâr eder, yoksa Allahu Teâla’nın bu sıfatlar ile muttasıf olduğunu mu inkâr etmek ister? Yahut da bu vasıfların tab'an sevgiyi mucip olduğunu mu reddeder?
CELÂL VE CEMÂLİNİ KORUMAK İÇİN KÖR GÖZLERDEN ÖRTÜNEN, HÜSRANDA KALMIŞ BEDBAHTLARI HAYVANİ ŞEHVETLERİ İÇİNDE ŞAŞKIN VE PERİŞAN BİR KÖRLÜK ZUL-METİNE TERKEDEN ALLAH-I TESBİH EDERİM....
Lezzetlerin en büyüğü ve en yücesi ancak Allah marifetinin lezzeti ve O'nun veçhi Kerimine nazar lezzetidir. Hiç bir fert bu lezzete tercih edebileceği başka bir lezzeti tasavvur bile edemez. Bu tasavvurda bulunanlar ancak bu lezzeti almaktan mahrum edilmiş zavallılardır.
LEZZET İDRAKE TABİDİR
Şunu iyi bilmek lâzımdır ki, bütün lezzetler idraklere tâbidir. İnsan birçok kuvvetleri ve tabiat-ları camî bir mahlûktur. Bu kuvvet ve tabiatların her birinin kendine mahsus bir lezzeti vardır. Bunların lezzetleri de ancak hangi şey için yaratılmış iseler, onun tabiatının iktizası olan şeye nailiyet-tedir. Meselâ, gazap tabiatı intikam için olduğu gibi, şehvet de cinsi münasebet ve yemek içindir. Bütün duyguların böyle bir yaratılış sebebi vardır. Kalbinde bir hassası vardır ki, ona nuru ilâhî denir.
− Allah'ın göksünü İslâma açtığı kimse elbette Rabbinden bir nur üzeredir,
ayet-i celilesinde buyrulduğu gibi. Bu hassa bazen da akıl ve basiret diye isimlendirilir. Bazen da iman nuru ve yakîn adı verilir. Hasılı kalp bedenin diğer cüz'lerinden ayrılır. Bu ayrılış hissedilmeyen veya
bir hayal mahsulü olmayan bir takım manaların kendisiyle idrak olunduğu bir sıfat sebebi iledir. Bu manalar âlemin yaratılması, bütün alemin kadîm bir hâlika muhtaç oluşunun idraki, ve marifetullahın id-raki gibi manalardır. Bu hassa, kendisi vasıtası ile eşyanın hakikatlerinin bilinmesi içindir. Bunun ta-biatının gerektirdiği şeyde ilim ve marifettir.
Hiç şüphe yoktur ki, ilim ve marifette insanın zarurî olarak duyduğu bir haz vardır. İnsan velev azıcık ta olsa ilim ve irfana nispet edildiği vakit ferahlık ve sevinç duyar. Cehle nispet edilecek olursa üzülür. Sanat ilminden duyulan lezzet halkın işlerini çevirmeye vukuftan ve siyasî bilgiye sahip olmaktan duyulan lezzet gibi olamaz. Hele şiir veya yıldız ilmine vakıf olmaktan duyulan lezzet Allah'ı tanımak, O'nun sıfat ve şeraitini bilmekten duyulan lezzet gibi asla olamaz. Bir ilimden duyulan haz o ilmin şerefi nispetindedir. Bir ilmin şerefi ise malûmun şerefi ile ölçülür. Heyhat! hiç varlık içinde, bütün varlıkların yaratıcısı, tamamlayıcısı ve müdebbiri olan Allahu Teâla'dan daha şerefli, daha yüce, daha mükemmel, daha celîl bir şey varmıdır?.. Kuvvet, otorite, kemâl, cemâl, beha ve celâlde Allahu Teâla’dan daha yüce bir zat tasavvur olunabilirmi? O Zat ki hiçbir vasfedicinin vasıfları O'nun cemâlinin tecelliyatını ve celâlinin azametini ihata edemez. Hiç şüphe yoktur ki, esrarı rububiyete ve bütün mevcudatı ihata eden ilâhî işlerin ilmine muttali olmak, marifet ve ıttılaın en yücesi, en tatlı ve lezzet-lisidir.
Marifetullahın lezzeti, ilâhî huzurun doğuşunun lezzeti, ilâhî işlerin esrarına nazar etmenin zevki, bir sanata vakıf olmanın, bir şeyin başı olmanın lezzetinden daha tatlı ve daha zevklidir. Hasılı sözlerin sonu ve özü "Hiç bir nefis Allah'ın namazdan kendisi için neler gizlediğini bilemez. Onlar için, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği, hiç bir beşer aklına doğmayacak şeyler hazırlan-mıştır" demendir. Bu hakikati ancak iki lezzeti birden tatmış olan kimseler bilebilir. Zira o kimse (Allah marifetine ermiş kişi) şüphesiz iffeti, temizliği, fikri ve zikri tercih eder. Marifet deryalarına dalar da riyaseti terk eder. Artık o, Allah'ın marifeti, sıfatlarının, ef'alinin arşın müntehasından toprağın altına kadar memleket nizamını mutalea etmenin lezzeti ve azameti içindedir. Zira o memleket her türlü darlık ve sıkıntıdan halidir. Ona geleceklerin hepsini içine alacak genişliktedir. Gelenlerin çokluğu ile orada darlık hasıl olmaz. Oranın genişliği yer ve gökler miktarındadır. Bir takım miktarların ölçüsünden sıyrılınırsa genişliği için son yoktur. İşte arif billah olan kişi, bahçelerinde dolaşarak, o bahçelerin meyvalarını toplayarak, o meyvaların bitmeyeceğinden emin olduğu halde, bir cennet içindedir. Bu cennetin meyvaları kesilmez. O meyvelerden toplamak da yasak değildir. Sonra bu ebedidir. Onu ölüm de kesemez. Zira ölüm marifetullahın mahallini yok edemez. Onun mahalli semavî, rabbanî bir emir olan ruhtur. Ölüm ancak onu halini değiştirir, meşgalelerini ve bağlarını keser. Allahu Teâla;
− Sen sakın Allah yolunda katlonulanları ölüler zannetmeyiniz, onlar diridirler,
buyurur. Bunun sadece muharebede şehit olan kimseye mahsus olduğunu zannetmeyiniz. Arif billah olan kimse için her nefeste bin şehit derecesi vardır. Bir hadisi şerifte buyurulur ki,
− Şehadet anında gördükleri nimetin yüceliğinden dolayı şehitler, Allah yolunda öldürülmek için dünyaya tekrar dönmek isterler. Şehitler keşke âlim olsaydık derler, onların derecelerindeki büyüklüğü gördüklerinden dolayı.
O halde bütün semâvât ve arz arifin meydanıdır. Arif bir cisim veya şahsın hareketine ihtiyaç duymak-sızın, nerede isterse orada hazır olur. O sadece genişliği yer ve gökler kadar olan bir cennette melekutun güzelli-ğini seyretmekte ve onu düşünmektedir. Her arifin böyle bir cenneti vardır. Hiç -birisinin cenneti diğerinin yerini daraltmaz. Ancak bunlar marifetlerinin ve görüşlerinin vüs'ati de-recesinde birbirinden farklıdır.
Bazı büyüklere denildi ki,
− İbadete sımsıkı sarılmak ve mahlûkattan gönlü kesebilmek için neye ihtiyacınız vardır?
Dediler,
− Ölümü hatırlayınız ve onu daima anınız,
- Ölüm nedir?
diye de sordular.
− Kabri hatırlatan şeydir.
- Kabir nedir?
− Ateşten korkmak ve cenneti ummaktır.
- Bu ne demektir?
− Bir melik-i hakikî vardır. Her şey O'nun yed'i kudretindedir. Eğer O'nu seversen sana bunları unutturur. Fakat bunların hepsi sana gelir. Eğer O'nun ile senin aranızda bir marifet varsa bu, bütün bunlara karşı sana yeter.
Bunun için Ebu Süleyman Eddarani buyurur,
− Bu gün nefsi peşine düşmüş, onunla meşgul olan kişi, yarın da nefsi ile meşgul olacaktır. Bu gün Rabbi ile meşgul olan kişi, yarın da Rabbi ile meşgul olacaktır.
Servi hazretleri Rabia hazretlerine dedi ki:
− Senin imanıyın hakikati nedir?
O da,
− O'na asla ateşinin korkusundan veya cennetinin sevgisinden dolayı ibadet etmedim. Yoksa kötü bir tutma (amele) olurdum. O'na ancak zatına olan sevgim ve O'na olan iştiyakımdan dolayı ibadet ettim,
dedi.
Lezzetlerin en sağlamı ve kuvvetlisi de cemâli rububiyete nazar etmek ve O'nu düşünmektir. Allahu Teâla;
− Ben kullarıma hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan kalbine gelmeyen şeyler hazırladım,
buyurur. Bazı kere bu nimetler daha dünyada iken, kalbinin temizliği son hadde ulaşmış olan kimselere hemencecik verilir. Bundan dolayı bir takım evliyaullah,
− Ya Rab.. Ya Allah.. diyemiyorum. Böyle bir nidada bulunmak insana dağlar kadar ağır geliyor. Zira nida ancak bir perde gerisinde olanlara karşı yapılır. Sen hiç oturan bir kimsenin beraberindekine, yanındakine nida ettiğini gördün mü?
derler.
Bir kimse burada ilmin gayesine ulaşırsa artık halk onu taşlamaya başlar. O kimsenin sözleri insanların idrak ve akıllarının hududunu aşarda, onun sözlerini anlayamazlar. Onu sanki deli gibi görürler, sözlerini küfür zannederler. Halbuki bütün ariflerin maksadı yalnız Allah'a ulaşmak ve O'na erişmektir. Bu maksat onların gözbebeğidir. Ona erdikleri takdirde Allah'ın kendilerine büyük nimet ve ihsanları gizlediğini hiç bir kimse bilemez. Eğer onu devşirirse gam ve şehvet hepsi yok olur. Artık kalb onun nimetlerinde müstağrak kalır. O hal içinde ateşe atılsa onu hissetmez. Zira sevgilinin istiğrakındadır. Ona cennetin bütün nimetlerini verseler dönüpde bakmaz bile. Zira o nimetin kemâline erişmiştir, gayeye ulaşmıştır. Artık cennete bile iltifat etmez. Cennete bile iltifat etmeyen bir kimse nasıl olur da şu deni dünyaya, onun lezzetlerine iltifat eder, ehemmiyet verir? Hayır, hayır, Allah'ın marifetine eren kişi yakînen bilir ki bütün lezzetler marifet lezzetinin altındadır. Ahirette, Allah'ın veçhine nazar lezzetindeki ziyadelik dünyada iken marifetullahın ziyadeliğine bağlıdır.
MÜDREKATIN NEVİLERİ
İdrak olunan şeyler iki kısımdır:
1. Hayali olan müdrekat. Bunlar şekiller ve cisimlerdir.
2. Gayri hayali olan müdrekat. Zatı ilâhî ve kendisinin bir şekli ve cismi olmayan, yani bir cisim ve şekil izafe edilmeyen şeyler. Allah'ın sıfatları, haller, ruh ve diğer bunun gibi şeyler.
Bir kimse bir şahsı görür sonra gözlerini kaparsa, o şahsın suretini hayalinde hazır bulur, sanki ona bakıyor gibi. Fakat gözlerini açıp onu yeniden gördüğü vakit, hayali ile gördüğü şey arasında farklar olduğunu anlar. Bu ayrılık sadece daha çok açıklığa ulaşmış olmasındandır. Zira görülebilen şeyler rü'yet ile vuzuh ve açıklık bakımından tamamlanır. O halde hayal idrakin başlangıcıdır. Rü'yet ise hayalin idrakini kemâle erdiren şeydir. Bu son derece açıklıktadır. Bunun için de rü'yet adı verilir.
İdrak ve marifetinden dolayı hayalde şekillendir-ilemeyen malûmat iki derecedir. İkincisi birinciyi tamamlayan kemâle erdiren bir anlayıştır. Derecedeki üstünlük sadece açıklığın fazlalığındadır. Bunu için ikinci dereceye, birinciye nispeten müşahede, lika, rü'yet adı verilir.
Nitekim sünnetullahda böyle cari olmuştur. Göz kapaklarını kapadığınız zaman görülmek istenen şey tamamî bir açıklıkla görülemez. Göz ile, görülecek şey arasında bir perde gerilmiştir. Görüşün hasıl olması ancak bu perdenin kalkması ile mümkün olur. Perde kalkmadıkça hasıl olan idrak mücerret hayallemeden ibarettir. Sünnetullahın gerektirdiği halde böyledir. Bir kimse bedeni arızalar, şehvetin icapları ile perdelenir ve beşeri sıfatlar kendisine galebe çalarsa, hayalin dışında olan malûmatın da bir müşahedeye, bir likaya ulaşması mümkün olmaz. nasıl ki kapalı göz kapakları görüşe mani olan bir perde ise, bu sıfatlar da müşahedeye mani olan perdelerdir. Bunun içindir ki Allahu Teâla;
− Beni bu dünyada asla göremeyeceksin,
ve;
− O'nu gözler idrak edemez,
buyurmuştur. Bu dünyada idrak edemez demektir. Hakikatte Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem miraç gecesi Allahu Teâlayı gördü. Ama bu görüş mübarek temiz nefsi bil külliye kendisinden ayrılmadan baki kaldığı halde bir nevi manevî ölüm ile perdeler kaldırıldıktan, açıldıktan sonra olmuştur.
Bu perdeler insanlar arasında derece derecedir.
Bunlardan birisi, üzerinde habaset (kötülük) toplana toplana kötü bir kadın gibi olur. Habasetin fazlalığı ve toplanışı onu bozmuştur. Artık ıslah ve cilâ kabul etmez hale gelmiştir. Bunlar yevmi kıyamette de ebediyyen mahcubdur. Cemâlullahdan mahrumdur, perdelidirler.
Bir kısım kişiler ise kötülük tab'ına henüz sirayet etmemiş, ve bütün inceliklerine girmemiştir. Henüz cilâ ve tezkiyeyi kabul haddini aşmamıştır. Bunlar kötülüğü temizlemek için cehenneme atılacaklardır. Ama bu atılış ebedi olmayıp temizlenmek için gerekli miktardadır. Bunun en az miktarı bir lâhzadan ibarettir. Mü'minler için en çok zamanı ise yedi bin senedir. Dünyadan irtihal eden bir kim-senin üzerinde mutlaka bir toz veya benek bulunur. Bundan dolayıdır ki Allahu Teâla;
− Sizden (her biriniz) mutlaka oraya uğrayacaktır. Bu rabbiyin üzerine kaza ettiği bir şeydir. Sonra biz takva sahiplerini kurtaracağız,
buyurur. Allahu Teâla nefsin temizlenmesini ikmal ettiği vakit, artık hakkın tecellisine hazırlanmıştır. Zira o her türlü lekeden arınmış ve üzerinde hiç bir toz kalmamıştır. Hak da tecelli eder. Bu tecellinin açıklığı bilgisi nispetindedir. Nasıl ki aynadaki hayal, hayal olunan şeyin hali gibi olursa. Ahiretteki müşahede ile dünyadaki ilim arasında, açıklık ve vuzuhtan başka bir ihtilâf yoktur. Allahu Teâla'nın buyruklarında olduğu gibi,
− Ey Rabbimiz, bizim için nurumuzu tamamla.
Nurun tamamlanması ancak keşfin artmasına tesir eder. Bunun kıyamette nazar ve rü'yet derecesini ancak dünyada arif olan kişiler ererler. Zira marifet ahirette müşahedeye inkılâp edecek olan nurdur. Çekirdeğin ağaca, tohumun ekine inkılâp ettiği gibi. Bir kimsenin elinde ne tohumu bulunur ve nede çekirdeği, o artık nasıl bir ağacın veya bir ekinin sahibi olabilir?
Marifet derece derece olduğu gibi tecellide öyledir. Tecellinin muhtelif oluşu, marifetlerinde muhtelif oluşundandır. Nasıl ki çekirdek ve ağacın ihtilâfı çekirdeğin azlığı, çokluğu, güzelliği ve kuvvetine bağlı ise. Bunun için Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem;
− Allahu Teâla insanlara genel olarak tecelli eder. Ama Ebu Bekire hususî olarak tecelli eder,
buyurmuştur.
Dünyada marifetin lezzetini bulamayan bir kimse, ahirette de Allah'ın cemâline nazar lezzetine erişemeyecektir. Allah'ın likasına, O'na ermeye son derece iştahlı olan kişi ise Allah yolundan başka bir şeyde hiç bir lezzet bulamaz. Hatta böyle bir şeyden eziyet duyar. Görülüyorki, cennet nimetleri Allah'a olan mehabbet derecesindedir. Allah'a olan mehabbet ise ancak marifetullah miktarında olur. Arif olan kişilerin marifetlerinde, düşüncelerinde ve Allah'a olan münacatlarında ken-dileri için ayrı lezzetler vardır. Bunlar öyle lezzetlerdir ki dünyada bunların yerine kendilerine cennet verilse asla değiştirmek istemezler.
Bu mertebeye ermiş kişi, Allah'ın likasına iştiyak duyar, ölümden kaçınmaz ona mehabbet eder. Sadece ölümü bekler. Bu bekleyiş marifetinin artması içindir. Çünkü marifet deniz gibidir. Marifet denizinin sahili yoktur. Celâlinin künhünü idrak etmek, anlamak mümkün değildir. İnsanda Allah'ın zatı, sıfatları, ef'ali ve hükmü-nün esrarına marifeti ne kadar artarsa ahirette de nimetler o derece çoğalır ve büyük olur. Nitekim tohum ne kadar çok ve güzel olursa ekinde o kadar çok ve güzel olur. Bundan dolayı Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem;
− Saadetlerin en faziletlisi Allah'ın tâatinde geçen uzun ömürdür,
buyurmuşlardır. Zira marifet, uzun bir ömür içinde tefekkür ve mücahedeye devam ve dünya bağlarından gönlü uzak tutmakla artar.
Şunu asla hatırdan çıkarmamalıdır ki, mahlûkatın ahirette en mes'ud olanı Allah'a mehabbeti en kuvvetli olanıdır. Zira ahiretin manası Allah'a ulaşmak, O'nun likasına erişmektir. Seven bir kimsenin uzun bir iştiyaktan sonra sevgilisine kavuştuğu zaman sevinci ne kadar büyük olur. Hele bu kavuşma devamlı bir müşahede olduğu garanti olursa, en küçük müşahedeye mani bir halin bulunmadığı ve kesiksiz devam edeceğine yakîn sahibi olursa.
AŞK NASIL HASIL OLUR?
Aşk diye isimlendirilen mehabbetin şiddetli şekli iki sebeple hasıl olur.
Bu iki sebebden birincisi, dünya bağlarını kesmek ve Allah'dan gayri her şeyin sevgisini kalbden çıkarmaktır. Zira kalb, içinden su çıkmadıkça sirke olmayan dolu bir kovaya benzer. Allah insanın içinde iki kalb yaratmıştır. Sevginin kemâli Allah Teâlayı bütün kalbi ile sevmektir. Allah'dan gayrı bir şeye iltifat ettikçe, kalbinde Allah'dan gayrisi ile meşgul olan köşe var demektir. Allah'dan gayrisi ile meşgul olduğu kadar Allah sevgisi de noksanlaşır. Nitekim bir kovada ne kadar su kalmış ise, o kadar az sirke oraya konmuştur.
Bu tefrit ve tecride Allah Teâla’nın;
− Allah de sonra onları bırak,
− Onlar ki, Rabbimiz Allah'dır dediler sonrada dosdoğru oldular,
ayetleri ile işaret edilmektedir. Hatta bu;
− La ilâhe illâllah (Ondan başka mahbub ve ma'bud yoktur,
sözünün manasıdır. Zira her sevilen hakikatte onun için bir mabuddur. Nitekim Allah Teâla;
− Sen hevâsını ma’bud ittihaz eden kimseyi gördün mü?
buyurmaktadır. Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de;
− İhlas ile La ilâhe illâllah diyen kimse cennete girer,
buyurmaktadır. Burada ihlasın manası kalbi Allah'a tahsis etmektir. Kalbde Allah'a eş olacak bir şey bırakmamaktır. Böyle olunca Allah Teâla o kalbin tek mahbubu, mabudu ve maksudu olur. İnsanın dünya ile ve dünyanın lezzetleri ile ünsiyeti miktarı Allah ile ünsiyeti azalır. Dünyadan bir şeye meyl eden, gönle küçük bir şey koyan bir kimsenin ahiretinden nasibi o kadar azalır. Doğuya yaklaşan bir kimsenin zarurî olarak batıdan o kadar uzaklaştığı gibi. Hasılı kalbden dünya mehabbetini çıkarmanın yolu, züht ve sabra sülûk etmek, havf ve reca ipi ile şeriata bağlanmaktır.
Mehabbetin kuvvetli olmasının ikinci sebebi ise, marifetullahın kuvveti, genişliği ve bütün kalbi kaplamasıdır. Bu da ancak kalbi dünyanın her türlü bağ ve engellerinden temizledikten sonra, salih ameller ile süslemek sureti ile olur. Tohumun toprağa o toprağın her türlü haşarat, çakıl ve benzeri şeylerden temizlendikten sonra konulduğu gibi. Bundan sonra ondan mehabbet ve marifet ağacı doğar. O bir kelimei tayyibedir. (Kökü) Aslı sabit ve dalları semada bir ağaç gibidir. Ameli salih onu yüceltir. O bu marifetin kemâlidir. Ameli salih ise hamal ve hadim gibidir.
Mehabbet zarurî olarak marifete tâbidir. Bu marifet işi ancak dünya meşgalelerinden kesildikten sonra devamlı ve saf bir düşünce, talebde son hadde varan bir gayret, Allah Teâla’nın zatı, melekutu ve diğer mahlûkatına devamlı ibret nazarı ile bakmak sureti ile ulaşılabilir. Bu taifenin yani arif kişilerin kuvvetlilerinin ilk marifetleri Allah'ı bilmek olmuştur. Sonra da O'nun emri ile, o marifetle diğerlerini tanımışlardır. Zayıflar ise evvelâ fiilleri görürler sonra o fiillerden faile terakki ederler.
Birincilerine;
− Rabbiyin her şeye kadir oluşu kâfi değil mi?
ayeti ile işaret edilmektedir. Bunun için bunlardan bir kısmına:
− Rabbini ne ile tanıdın?
diye sorulduğunda,
− Rabbimi Rabbim ile tanıdım. Eğer Rabbim olmasaydı ben Rabbimi bilemezdim,
demişlerdir.
İkinci kısımda ise;
− Onlara kendi nefislerinde ve dışlarında delillerimizi göstereceğiz,
− Arz ve semâvâtın melekutuna bir bakmazlarmı?
− Deki yer ve göklerde neler var bakınız,
− Rahman olan Allah'ın yaratmasında bir tefavüt yoktur,
ayetleri ile işaret olunmaktadır. Bu ikinci kısım sâlikler için daha kolaydır.
Mamafih mehabbete ulaştıracak marifetin tahsili bu iki yol ile de müşkildir denilebilir. Zira arşı âlâdan toprağın altına kadar her zerrede Allah'ın kudretinin kemâline, hikmetinin yüceliğine, celâl, cemâl ve azametine delâlet eden sayılamayacak kadar çok deliller ve acip haller vardır. Hatta Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden denizler biterdi. Böyle
bir şeye girmek mükaşefe ilimlerinde boğulmaktır. Bu halde de muamelat ilimlerine bakmak mümkün olamaz. Mümkün olan şey ancak, aynı cinse tenbih etmek için kısacacık bir tek misâl vererek bunu remz halinde etmektir. Bundan dolayı diyoruzki bu iki yolun en kolayı fiillere nazar yoludur. Sonra ef'ali ilâhîye çoktur. Biz bunun azını, küçüğünü ve en basitini alacağız. Ondaki insana şaşkınlık veren hallere bakacağız.
Mahlûkatın en basiti, melekuta nispetle, arzdır. İlk bakıldığı zaman o her nekadar büyük bir cisim olarak görülür ise de. Güneş küçücük görünüşüne rağmen dünyanın binlerce misli büyüklükte olan bir cisimdir. Şimdi arzın güneşe nazaran küçüklüğüne bakınız. Sonra güneşin, merkezini teşkil ettiği mükevvenata nispetle küçüklüğüne bakınız. Her kat semada kendinden sonrakine nispetle aynı küçüklüktedir. Semâvâtın tamamı kürside sanki çölde bir kum tanesi gibidir. Kürsi de Arşda aynı şekildedir.
Sonra hayvanlardan en küçüğü olarak bildiğin sivri sinek ve arıya ve onların benzerlerine bakınız. Eğer nefsinde bir basiretin sahibi, mideyin, ferciyin ve şehvetinin arzularından uzak kalabiliyorsan ve akranının sana olan düşmanlıklarından kendini koruyabiliyorsan, hayvanların en küçüğü olan sivri sineğin, hayvanların en büyüğü olan fil şeklinde yaratıldığını görürsün. Allah Teâla onda da fil hortumu gibi bir hortum yaratmıştır. İki kanat çıkardı. İki el ve iki ayak çıkardı. Kulak ve gözlerini açtı. Karnında gıda alma uzuvları hazırladı. O karın içinde gıda alma, çekme, itme, tutma ve bu şekil ve sıfatları içinde hazmetme kuvvet ve iktidarını halk etti. Sonra dikkat ediniz Allahu Teâla onu, nasılda insanların kanını emmeye ve gıdasını o yoldan almaya sevketmektedir. Sonra Allahu Teâla o hayvana insanların elleri ile kendisine zarar vereceklerini de bildirdi ve kaçma çaresini öğretti. Hafif bir el hareketi hisseder etmez derhal kan emmeyi terk eder ve kaçar. El sakin hale gelince tekrar işi başına döner. Sonra Allahu Teâla bu küçücük hayvana gıdasının tatlılığını, acılığını ve cinsini öğretti. Korku halinde süratli yürümeyi ve uyumayı ona Allah öğretti.
Diğer hayvanların halleri de böyledir. Arıya dikkat ediniz, nasıl Allah onlara dağlara, ağaçlara ve kovuklara ev tutmalarını ilham etmiştir. Nasıl onun tükürüğünden mum ve bal çıkartmakta, bunların birisini ziya birisini şifa yapmaktadır. Sonra eğer onların çiçeklerden nevale toplamaları, nura ve ışığa koşmaları, pisliklerden ve necasetten daima kaçınmaları, kendilerinin en büyüğü olan emirlerine itaat etmeleri, Allah Teâla’nın onları aralarında adalet ve insafa sevk ettiği, bir pisliğe düşmüş olan arının evlerine giriş kapısı olan küçücük geçidin önünde öldürülmesindeki işlerinin intizamını bir düşünürseniz insanı şaşırtan garip sırlara muttali olursunuz. Sonrada ona hitabı nasıl öğrettiğini ve bu hallerin ilhamını nasıl verdiğini anlarsınız.
Ey müslüman kardeşim, hayvanlardan verilen şu küçücük ışıktan ibret al. Arz ve melekutun garipliklerini merak et. İşte buna benzer örneklere bakarak insanın marifeti artar, Hakk'ı daha çok tanır.
İnsanda sevginin derece derece oluşunun sebebi, mehabbetin sebeplerinin derece derece oluşundandır. Şurası iyice bilinmelidirki mü'minler sevginin aslında müşterektirler. Ancak marifetlerinin derece derece olmasından dolayı sevgide de farklıdırlar. Bu tefavüt, dünya ve onun lezzetlerine olan sevginin tefâvütündendir. İnsanların ekserisinin, kulaklarının işitip tutarak ezber-ledikleri Allah'ın sıfat ve isimlerinden başka, Allah'dan haberleri yoktur. Bir çok zamanlarda Allah Teâla’nın münezzeh olduğu manaları hayallerinde canlandırır dururlar. Bir çok zamanda da O'nun hakikatine muttali olmazlar. Ama fâsid bir manayı da tahayyül etmezler. Ancak o sıfatlara tam bir tes-limiyet ve tasdik ile iman ederler. Artık onlar amel ile meşgul olurlar incelemeyi, tetkiki terk ederler. Bunlar ehli islâmdır. Kendi düşüncelerine göre bir takım hayaller kuranlar ise dalâlette olan kimselerdir.
Hakikatlere vakıf olan arifler, onlar mukarrebin denilen Allah dostlarıdır. Meselâ: Fakih olan kimse de, avam da İmamı A'zam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh hazretlerini bilirler. Bunlar İmamı A'zamın sevgisinde müşterektirler. Fakat avam olan İmam hazretlerinin ilmini mücmel olarak, fakih olan ise mufassal olarak bilir. Bunun için fakihin İmamı A'zam hakkındaki bilgisi daha tam, daha üstün olur. Sevgisi de o nispette kuvvetli olur. Aynı şekilde bir kimse birisinin bazen bir eser tasnif ettiğini işitir, tasnifi de çok güzel yaptığını duyabilir. Fakat tasnifte neler bulunduğunu bilemez. Bunun o tasnif hakkında bilgisi mücmeldir. Onun bu eser hakkındaki sevgisi de bu derece olur. Fakat akıllı bir kimse çıkarda o eseri tetkik eder, araştırır, içinde ne gibi fazla bilgi ve üstünlükler olduğunu bilirse hiç şüphesiz ona karşı olan sevgisi de kat kat olur. Diğer sanatlar ve meslekler de böyledir. Bir sanatın veya şiirin veyahut bir eserin üstünlüğü sanatkârın veya alimin sıfatlarındaki kemâle delâlet eder.
Allahu Teâla'nın yaratmasıda böyledir. Avam onu mücmel olarak bilir ve o kadar vâkıftır. Fakat görüş sahibi akıllı insan ise Allah'ın sun'undaki acip halleri tafsilen mütalâa eder. O kadarki, bir sivri sineğin üzerinde yaratılışın bütün sırlarını görür. Aklının alamayacağı kadar olduğunu büyük bir hayranlık içinde müşahede eder. bu sebeple kalbinde Allah'ın sıfatlarını kemâlinde ve celâl ve azametinde bir artış olduğunu hisseder. Allah'ın bu sun'undaki acayibe vukufu arttıkça, bununla SANİ' Teâla hazretlerinin celâl ve azametine istidlâl eder. O'na olan irfanı ve sevgisi artar. Bu marifet denizinin sahili yoktur. Buraya dalmış olan ehli marifet bundan dolayı veya bundan evvel saydığımız beş sebeple birbirinden farklı olamazlar. Şüphesiz ki ahiret derece ve fazilet itibarı ile daha üstün ve yücedir.
İnsanların marifetullahı anlamakta olan kusurlarındaki sebep ise Allah Teâla’nın şe'n ve emirlerine gerekli ihtimamı göstermemelerindendir. Şunu iyi bilmelidir ki mevcut olanın en zahir ve açık olanı Allahu Teâladır. O halde O'nun marifeti de bilgilerin ilki, evvel geleni ve akıllara en uygun geleni olması gerekir. Şu alemde Allah'dan gayri her şeye bir baktığımız zaman onun varlığını ancak o vatlık üzerinde kendisine delâlet eden bir sıfatı ile bilebiliriz. Bunun ile beraber onun varlığı açık ve vazıhtır. Allah'ın varlığı, O'nun ilmi ve kudretine ve diğer sıfatlarına ise, bizim batınî ve zahiri hislerimizle müşahede ettiğimiz ve idrak ettiğimiz taş, ağaç, nebat, hayvan, yer, gök, öz ve sıfat, maden ve yıldız ne varsa hepsi zarurî olarak şehâdet eder. Hatta O'nun varlığına ilk delil bizzat nefsimiz, cisimlerimizdir, sıfatlarımızdır. Değişen hallerimizdir. Dönen gönüllerimizdir. Hasılı bütün tavırlarımızdır. Şu alemde mevcut olan her şey, kendisini yaratanın, mutasarrıf olanın ve muharrikinin varlığına şehâdet eden konuşan birer şahittir. O'nun ilmine, kudretine, lûtfuna, hikmetine delâlet eden birer delildir. Alemde mevcut her zerre lisanı hal varlığının kendi kendine ve hareketinin bizatihi olmadığını ve mutlaka bir mucide, bir yaratıcıya, bir muharrike muhtaç olduğunu nida eder, bütün cihana ilân eder. Buna evvelâ bizim uzuvlarımızın terkibi Şehâdet eder. Dış ve iç organlarının ve her zerrenin vücudumuzda birbiri ile nasıl ahenkli birleştiği buna ilk şahittir. bütün varlık aleminde O'nun azametine ve zuhurunun kemâline Şehâdet etmedik hiç bir şey bulunamayınca akıl O'nu anlamak için bütün gücünü kullanır. Fakat idrakinden dehşet duyar, aciz kalır.
Akıllarımızın bunu idrakteki noksanı iki sebepten ileri gelir. Bu sebeplerden birisi Allah'ın kendi nefsinde gizli ve örtülü oluşudur. İkinci sebep ise vuzuhunun son dereceye varmış olması hudutsuz oluşudur. Zahir ve batın mutlak O'dur. Bu yarasanın gece görüpde gündüz görmeyişine benzer. Bu görmeyiş gündüzün gizliliğinden değildir. Ancak zuhurun, görünüşün şiddetindendir. Zira yarasanın gözü zayıftır. Güneş parladığı zaman, güneşin ışığı onun gözlerini kamaştırır. Bunun için zuhurun şiddetli oluşu gözün zayıflığı ile beraber görüşün yokluğuna sebep olur.
Bizimde akıllarımız bunun gibi zayıftır. Hazreti İlahiyenin cemâli ise son derece parlak, nurlu ve şümullü ve her şeyi kapsamaktadır. O kadarki, O'nun zuhurundan bu alemde bir zerre dahi uzakta kalamaz. Şaz olamaz, O'nun zuhurunun gizliliği, bütün âlemin hilâfına zatının ve sıfatlarının değişmeyi-şindendir. Zira âlemde daima bir değişme, bir yok olma, bir fena bulma, bir ayrılık ve fark vardır. Onun içi de gizliliği kabul etmez. NURUNU PARLAKLIĞINDAN ÖRTÜNEN, ZUHURUNUN ŞİDDETİNDEN GÖZLERDEN VE BASİRETLERDEN GİZLENEN ALLAH TEALAYI HER TÜRLÜ NOKSANDAN TENZİH EDERİM.
Zuhur sebebi ile olan bu gizlenmeye asla taaccüp olunmamalıdır. Zira eşya ancak zıtları ile inkişaf eder, belirir. Allah Teâla en zahir olan vücuttur. Bütün varlıklar ancak O'nun ile zuhur eder. Eğer O'nun için bir anlık bir yokluk veya gaybubet veya değişiklik vaki olsa idi yer ve gök helâk olur, mülk ve melekut yok olurdu. İki hali arasında en ufak bir fark olamaz. Eğer eşyanın bir kısmı O'nun sebebi ile bir kısmıda O'ndan başka birinin sebebi ile var olsaydı bütün âlem fesada giderdi. O'nun
eşyadaki delâleti tek bir nizam üzerine umumîdir, bütün hallerde varlığı devamlıdır. Bunun hilâfı asla düşünülemez. Hiç şüphe yokki zuhurun şiddeti gizliliği meydana getirir. Anlayışların kusurundaki sebep de zaten budur.
Basireti kuvvet bulmuş mü'min kişi ise, itidal halinde ancak Allah'ı görür, ve ancak O'nu bilir. Ve bilirki hakikatte Allah ve O'nun ef'alinden başka bir şey yoktur. O'nun ef'ali kudretinden, eserlerinden bir eserdir. Bu kudret ancak Celîl ve A'lâ olan Allah'a tâbidir. Hakikatte O'nun ve fiillerinin dununda bir varlık yoktur. Bunu görür. Artık o, bu fiillerden her hangi birisine bakınca orada sadece faili görür. Yer, gök, hayvan, ağaç ve taş olması itibarı ile bu fiillerden geçerde sadece onlara Allah'ın bir sun'u olarak bakar. Artık nazarı Allah'dan gayrıya dönmemektedir. Bütün âlem Allah'ın bir yapısıdır. Kim ki, ona Allah'ın bir fi'li olması itibarıyla bakar, onu Allah'ın bir fi'li olarak bilir, ve ona Allah'ın fi'li olarak sevgi beslerse, artık o ancak Allah'a bakar. Yalnız O'nun lûtfu ile marifet sahibi olur, bilir ve ancak Allah için sever. Böylece yalnız Allah'ı gören hakikî muvahhid olur. Artık tevhidde fena bulmuş, nefsinde fani olmuş denilen kişi işte odur. Bu hal marifetullahı anlamanın en kuvvetli sebebidir.
ŞEVK
Allah'a olan şevkin manası ise, Sevgiliyi istemekteki heyecan ve Sevgiliden başka hiç bir şeyde karar kılamamaktır.
Sevginin hakikatini inkâr eden kimse şevkin de hakikatini inkâr etmiş olur. Zira şevk sevgiliden başkasına karşı tasavvur olunamaz. Allah'a olan şevkin vücubu ve arif kişinin bunu zarurî olarak duyuşu iki delil ile sabittir.
1. Aleme basiret nuru ile bakıp ibret almak,
2. Haber ve hadisler ile.
Bunlardan birincisi olan ibret alma yolunu göstermek için sevgini ispatında geçen şeyler kâfidir. Hiç şüphesiz her sevilen kimseye onun gıyabında şevk duyulacaktır. Huzurda bulunan kimseye karşı şevk duyulmaz. Zira şevk bir taleptir ve bir şeye ermek arzusudur. Mevcut olan şey ise talep olunmaz. Bir ciheti ile idrak olunan fakat bir ciheti ile idrak edilmemiş olan şeye karşı talep tasavvur olunabilir. Fakat asla idrak olunamayacak şeye iştiyak duyulmaz. Bir kimsenin hiç görmediği, sesini ve sıfatını işitmediği, varlığından haberdar olmadığı bir şahsa iştiyak duyması tasavvur olunamaz. Kemâlini bilmediği kimseye iştiyak duymayı aklından bile geçirmez. İdrakin en üstün derecesi de rü'yet ile olur. Devamlı surette kendisine nazar ederek müşahedesinde olduğu sevgilisine karşı insanda bir şevkin bulunması düşünülemez. Meselâ kendisinden maşuku ayrılmış, yalnız kalbde sevgilinin hayali kalmış olan bir kimse, bu hayalini tamamlamaya bir iştiyak duyar. Eğer kalbinden sevgilinin zikri ve hayali silinir, nihayet ona ait olan bilgileri de yok olurda sevgiliyi unutursa, ona karşı bir arzu duymayı aklından bile geçirmez. Onu bir kerecik görse, bu görüş vaktinde bile ona karşı bir istek duymaz. Fakat onu bazen karanlıklar içinde görür ve hakikati tam olarak önünde açılmazsa, bu zamanda işte görüşün tam olmasını ister. Onun veçhindeki açıklık ise ancak bir ışığın orada parlaması ile mümkün olur ve de yüz görülür. Görür ama onun güzelliğinin her noktası mücerret rü'yet ile de anlaşılamaz. Bu artık gör-mediği tarafların da kendisi için açılmasını arzu eder. Bu iki şekil ariflerin her biri için Allah Teâla hakkında keyfiyet ve kemiyetten münezzeh hatta zarurî olarak zamandan münezzeh tasarruf olunabilir. Ariflere umuru ilâhîyeden bir kısım şeyler görülür. Buradaki görünüş her ne kadar son derece parlak ise de o da ince bir perdenin gerisinden bir görünüştür. Bu bakımdan tam bir vuzuh içinde bu görünüşü bulmak mümkün değildir. Oda tahayyülatın şaibeleri ile doludur. Bu alemde hayal ise bütün malûmatlar için temsil ve benzemekten, müşabehetten uzak olamaz. Bu ise arifler için açık olan şeylerdir. Buna birde dünya meşgaleleri eklenirse... Bunun için vuzuhun kemâli ancak müşahede ile elde edilir. Parlaklığın tamam olması ise tecellidir. Buda ancak ahirette olur. Bu halde zarurî olarak bir iştiyakı do-ğurur, gerektirir. Zira Allah Teâla ariflerin sevgilisidir. Buda şevkin iki nevinden birisidir ki vuzuha erdikleri şeyde vuzuhun kemâlini istemektir.
İkinci Yol:
Umuru ilâhîye sonsuzdur. Her kul için bu işlerden bir kısmı inkişaf eder. Bunun dışında sonsuz derecede işler ise kapalı olarak kalır. Arif olan insan bunların varlığını bilir, oluşu ancak Allah'ın bildiği şeydir. Arif olan kişi gene bilirki, bilgilerden kendisi için gaip olan muttali olduklarından daha çoktur. Bundan dolayı kapalı veya açık şekilde bilemedikleri şeylerin marifetine ermeye iştiyak duyar. Birincisi ancak rü'yet, lika ve müşahede diye isimlendirilen bir manada ahirette sona erer. Dünyada bu iştiyakın son bulması tasavvur olunamaz.
Bir gün İbrahim Hakkı hazretleri:
− Ya Rab.. Senin sevgililerinden herhangi birisine verdiğin, senin likandan evvel kalplerini sükûnete erdiren şeyi bana da ver, bunu bana bildir demişti. Derki, rü'yada gördüm. Beni huzuruna aldı ve buyurduki;
– Ey İbrahim! Likamdan evvel kalbini sükûnete erdirecek şeyi vermeme benden istemekten haya etmezmisin? Hiç müştak olan kimsenin kalbi likadan evvel sükûnet bulurmu?
Dedim:
− Ya Rab.. Senin sevginde perişan oldum. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Beni mağfiret buyur. Ne söyleyeceğimi bana öğret.
Buyurdularki,
– Allah'ım beni hükmüne razı eyle. Belâna sabır ver. Nimetlerine şükrümü artır, de.
İşte bu ancak ahirette sükûnet bulacak olan şevktir.
İkinci şevk ise onun için ne dünyada nede ahirette bir son yoktur. Zira böyle bir şevkin sonu, ahirette Allah'ın celâli, sıfatları, hikmeti ve fiillerin zatına malûm olan her şeyin kul içinde açılmasıdır. Bu ise muhaldir. Bunun asla sonu yoktur. Kul daima bilirki Allah'ın cemâl ve celâlinden kendisi için henüz açıklığa varmamış olan şeyler kalmıştır. Onun iştiyakı asla sükûnet bulmaz. Bilhassa kendi derecesinin üstünde pek çok derecelerin bulunduğunu bilen bir kimse, kendisi için visal hasıl olduğu halde, visalini kemâle erdirmek için, büyük bir iştiyak duyar. Bundan dolayı öyle tatlı bir şevk duyarki, bu şevkete asla bir elem yoktur. Orada bir durgunluk bulunmaz. Ona doyum da olmaz. Bu keşif ve nazar lütufları sonu gelmez bir şekilde birbirini takip eder. Nimetler ve onlardan duyulan lezzet ebediyen artmakta devam eder. Bu nimetler yenilendikçe onun lezzeti, artık kendisini, erişemediği şeylerin şevkini duymaktan bile alıkoyamaz. Bu ancak dünyada erişilmesi mümkün olmayan bir keşfin husulü imkân dahiline girmek şartı ile olur. Artık bu zamanda mün'im asla azalmayan bir açıklıkla tecelli etmektedir. Bu devamlı ve müstemir bir nurdur. "Ya Rab! bizim nurumuzu tamamla" buna delâlet eder.
Bu husustaki hadis ve haberlere gelince; bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem;
– Allahım senden kazana rıza isterim, ölümden sonra hayatın güzelliğini, güzel yüzüne nazar lezzetini ve likana şevki dilerim,
buyururlar. Ebud-Derda hazretleri, Hazreti Ka'be dediki,
– Bana tevrattaki en has ayeti bildir!.
O da;
– Allahu Teâla buyururki, sır sahiplerinin bana olan iştiyakı büyüktür. Ben de onların likasına daha çok müştakım,
dedi ve ilâve ederek,
– Onun yanında, beni dileyen beni bulur, benden gayrisini dileyen ise beni bulamaz diye yazılıdır, dedi.
Haberde de varit olmuştur;
– Ben bana müştak olanların kalbini kendi nurumdan yarattım, ve onu celâlimin tecellisi ile nimetlendirdim.
Selefi salihinin pek çoğundan rivayet olunurki; Allahu Teâla sıddiklere şöyle ilham buyurmuştur,
– Benim öyle kullarım vardırki beni severler, ben de onları severim. Bana iştiyak duyarlar ben de onlara müştakım. Beni zikrederler, ben de onları zikrederim. Onlar bana bakarlar ben de onlara nazar ederim. Onlara ilk olarak mutlaka üç şeyi veririm; Birincisi kalplerini kendi nurumla aydınlatırım da onlar ancak bana ait olanı seçerler, benim onları seçtiğim gibi. İkincisi, yer ve gökler ve onların içinde bulunanlar bunlarla tartılsalar, ben yer ve gökleri ve onların içindekileri küçük görürüm. Üçüncüsü ise onları bizzat veçhi münevverim ile karşılarım.
Davud aleyhisselamın haberlerinde şöyle varit olmuştur: Allah Teâla Hazreti Davud’a vahyetti;
– Ey Davud, Cenneti ne kadar anıyorsun, bana şevki düşünmüyorsun?
– Ya Rab,sana müştak olanlar kimlerdir?
– Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerini her türlü kederden ben arıttım. Mahzurlu olan şeyleri onlara bildirdim. Kalplerinde bana karşı bir mehabbet ateşi yaktım ki, hep bana bakarlar. Onların kalplerini elimle alır sema üzerine kor, sonra da meleklerimin seçkinlerini çağırırım. Melekler toplandıkları zaman bana birden secde ederler. Ben de onlara, sizi bu gün bana secde etmeniz için çağırmadım. Size, bana müştak olanların kalplerini arzetmek için dâvet ettim. Bana karşı şevk sahipleri ile sizin yanınızda iftihar ediyorum. Zira onların kalpleri göklerde meleklere, güneşin yer yüzü ehline ışık verdiği gibi parlar. Ey Davud, ben müştak olanların kalbini rızamla yarattım. Onları nuru veçhimle nimetlendirdim. Onları kendime sohbet için seçtim. Onların bedenlerini yeryüzünde nazargâhım eyledim. Kalplerinden bir yol açtım ki onunla bana bakarlar. Her gün bana olan şevklerinde bir ziyadelik olur.
Hazreti Davud dediki,
– Ya Rab, şevk sahiplerini bana göster.
Allahu Teâla buyurdu:
– Lübnan dağına gel. Orada ondört kişi var. İçlerinde en gençleri, orta yaşlıları ve ihtiyarları vardır. Benden onlara selâm söyle. Deki, Rabbiniz size selâm ediyor ve size diyorki, "Benden bir istekte bulunmayınız. Zira siz benim sevgililerim, dostlarım ve velilerimsiniz. Sizin ferahınız ile ferah-larım".
Davud Aleyhisselam onlara geldi. Onları bir pınarın yanında azameti ilâhîyeyi tefekkür eder halde buldu. Davud aleyhisselama bakınca ondan ayrılmaya kalkıştılar. Davud aleyhisselam, ben Allah'ın size elçisiyim deyince hemen ona yöneldiler. O da Allah size selâm ediyor diye emri ilâhîyi bildirdi. Onların büyükleri:
– Ya Rab, Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Biz senin kullarınız ve kullarıyın çocuklarıyız. Biz geçmiş ömrümüzde senin zikrinden alıkoyan şeyden dolayı yarlığa,
dedi. Diğeri ise:
– Ya Rab, seni tesbih ederiz. Biz senin kullarınız ve kullarıyın oğullarıyız. Bizim ile senin aranda olan her şeyde hüsnü nazar ile bize ihsan eyle,
dedi. Diğer birisi,
– Ya Rab, Biz kullarınız ve kullarıyın oğullarıyız. Sen bize dünya işlerinde herhangi bir şeye ihtiyacımız olmadığını bildirdikten sonra biz duaya nasıl cür'et edebiliriz. Ya Rab, bizi sana giden yolda daim eyle. Böylecede bize olan nimetini tamamla,
dedi. Diğer birisi ise:
– Ya Rab, seni tenzih ederiz. Biz senin rızanı talepte kusurlu kişileriz. Bize sen keremin ile ihsan eyle, yardım eyle.
Diğeri:
– Ya Rab, bizi bir nutfeden yarattın. Bize azametini tefekkürü nasip ederek lûtfeyledin. Artık senin azametini, celâlini tefekkür ile meşgul olan bir kimse söz söylemeye nasıl cür'et eder. Sanki bizden sadece nuruna yaklaşmayı istersin.
Diğeri:
– Ya Rab senin şanının yüceliğinden, dostlarına yakınlığından, mehabbet ehline nimetiyin çokluğundan diller dua etmekten tutuldu.
Diğeri dedi:
– Bizi zikrine sen hidayet eyledin. Seninle meşgul olmaktan dolayı gayrdan gönlümüzü sen boşalttın. Senin şükründeki kusurumuzdan dolayı bizi bağışla.
Diğeri dedi:
– Bizim ihtiyacımızı giderdin. Bizim hacetimiz ancak senin veçhine nazardır.
Diğeri dedi:
– Kul efendisine karşı nasıl cür'et eder. Sen bize keremini dua ile emrettin. Bize bir nur hidayet eyleki biz o nur ile bütün gök tabakalarında karanlıkta yolumuzu bulalım.
Diğeri dedi:
– Ya Rab, sana ancak bize ikbal etmek ve bu ikbalde bizi daim eylemek ile dua ederiz.
Diğeri dedi:
– Ya Rab, bize lütuf edip ihsan eylediğin nimetlerini tamamlamanı niyaz ederiz.
Diğeri dedi:
– Ya Rab bizim mahlûkatından herhangi bir şeye ihtiyacımız yok. Ya Rab, bize cemâline nazar ile minnet eyle, lütfeyle.
Diğeri dedi:
– Ya Rab, senden, mahlûkların arasında dünyaya ve onun ehline bakmaktan gözlerimi kapamanı niyaz ederim. Ve kalbimi ahiretle meşgul olmaktan dahi korumanı dilerim.
Diğeri dedi:
– Sen herşeyi bilirsin, sen yücesin, büyüksün. Velilerini seversin. Bize de senden gayrı herşeyden geçip yalnız senin ile meşgul olan bir kalb ihsan eyle.
Bunun üzerine Allahu Teâla Davud Aleyhisselama vahy ettiki onlara de:
– Sözlerinizi işittim. Dileklerinize cevap verdim. Herbiriniz artık, birbirinden ayrılsın, kendine bir yol seçsin. Zira artık ben, yalnız benim nuruma ve celâlime bakasınız diye sizin ile aramda bulunan perdeyi açtım.
Davud dedi:
– Ya Rab, bunlar bu nimete ne ile nail oldular?
Allahu Teâla buyurdu:
– Benden hüsnü zan ile, dünya ve ehlinden ellerini çekmekle, kalplerinden herşeyi boşaltıp bana yönelmekle, bana münacat etmekle. Zira bu öyle bir makamdır ki ona ancak dünya ve dünya ehlinden yüz çeviren ondan herhangi bir şeyin zikri ile meşgul olmayan, kalbini benim için boşaltan ve beni bütün mahlûkata tercih eden nail olur. İşte bu anda ben de ona yönelirim. Nefsini kendinden uzaklaştırırım. Bakan bir kimsenin her hangi bir şeye baktığı gibi, yalnız bana bakması için onun ile benim aramdaki hicabı kaldırırım. Her saat ona bir kerametimi gösteririm. Onu kendi veçhimin nuruna yaklaştırırım. Hastalandığı vakit müşfik bir annenin çocuğuna bakışı gibi ona bakarım. Susadığı zaman susuzluğunu gideririm ve ona zikrimin tadını tattırırım. Bunu ona yaptığım vakit artık nefsi dünya ve ehline kapanır. Benim ile iştigalden ayrılmadıkça ona dünya sevgisi vermem. O bir an evvel bana gelmek ister. Fakat ben onun ölümünü istemem. Zira o, mahlûkatım arasında benim nazargâhımdır. O benden gayrıyı göremez. Ben de ondan gayrıya bakmam. Ey Davud, ona rastlarsan, nefsinin erimiş, cimsinin incelmiş, uzuvlarının zayıflamış olduğunu görürsün. Benim zikrimi işittiği vakit kalbi yerinden oynar. Ben onun ile meleklerime ve bütün gök ehline karşı övünürüm. Her an ibadet ve korkusu artar. Ey Davud, izzet ve celâlime yemin ederim ki, ben onu Firdevs'de oturtacağım. Onları bana nazar etmekten doyuracağım, razı oluncaya ve hatta rızanın da üstünde serinleteceğim. Eğer bana mehabbet edenler, müridin yanımdaki mertebesini bilselerdi üzerlerinde yürüyecekleri bir yerleri olurdu.
ALLAH'IN KULLARA OLAN MEHABBETİ
Allah'ın kullara olan mehabbeti ve onun manası bir çok deliller ile sabittir.
DELİLLER
Ayetler
Allahu Teâla buyurdu; “Allah onları sever ve onlarda Allah'ı severler”.
Şüphesiz Allah O'nun yolunda saf saf çarpışanları sever.
Bundan dolayı Allahu Teâla, kendisinin Allah'ın sevgilisi olduğunu iddia eden kimseyi "niçin sizi günahlarınız sebebi ile azap ediyor" diye reddetmektedir. Enes radıyallahu anh hazretleri, Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin,
– Allah bir kulu sevdiği vakit ona günah hiç zarar vermez. Zira günahtan tevbe eden hiç günah işlemeyen gibidir,
dediklerini sonra da, “Allah tevbe edenleri sever”,
ayeti celilesini okuduklarını rivayet etmektedir. Bunun manası:
“Allah bir kimseyi severse ölmeden evvel onun tevbelerin kabul eder de geçmiş günahlar ne kadar çokda olsa ona zarar vermezler. Tıpkı geçmişte bir kimsenin küfrü müslüman olduktan sonra kendisine zarar vermediği gibi”
demektedir. Allahu Teâla günahın bağışlanmasını sevginin şartlarından kılmıştır. Kur'anı Kerimde;
– De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin,
buyurmaktadır.
Hadisler
Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyururlar ki;
– Şüphesiz Allahu Teâla dünyayı (dünyalığı) sevdiğine de sevmediğine de verir. Fakat imanı Allah ancak sevdiği kimseye verir.
Allah için tevazu eden kimseyi Allah yükseltir, tekebbür edeni de alçaltır. Allah'ı çok zikredeni de Allah sever.
Allahu Teâla buyuruyor ki,
– Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır, o kadar ki ben onu sevinceye kadar yaklaşır......
Zeyd bin Eslem de der ki,
– Allah Teâla kulunu öyle severki nihayet mehabbetinden ey kulum artık ne istersen yap ben seni bağışladım dereceye ulaşır.
Hasılı mehabbet hakkında varit olan hadisler ve sözler mahdut bir zamana sığmayacak kadar çoktur.
Büyüklerin Sözleri
Büyükler bize açıklamışlardır ki, ihsan nefse uygun ve hoş gelen şeydir, güzellik de böyledir. İyilik ve ihsan bazen gözle (basar ile) bazen da gönül ile (basiret ile) idrak olunur. Sevgi de bunlara bağlıdır. Yoksa sadece göze mahsus değildir. Aslında sevgi nefsin kendisine uygun ve mülâyim gelen şeye meylidir. Bu ise ancak kendisine muvafık olanı kaybetmiş ve ondan lezzet almak için kavuşmak isteyen nakıs bir nefis için tasavvur olunabilir. Allah için böyle bir şey düşünmek mümkün değildir. Zira, her türlü güzellik, her yücelik, her değer O'nun için asla gaip değildir. Husulü vâcibdir. Zatından asla ayrılmaz. Ebeden ve ezelen bunun yenilenmesi veya yok olması düşünülemez. Her hangi bir şeye Cenab-ı Hakk'ın, o şeyin gayr olması itibarı ile, bakması da olamaz. Ancak O'nun nazarı yalnız zatına ve ef'alinedir. Bütün varlıkta O'nun zatından ve ef'alinden başka ne vardır ki? Bundan dolayı Ebu Said, “Onları sever, onlarda O'nu sever” ayeti celilesini okuyunca dedi ki,
– Onları hakk ile sever, O ancak küll (tüm) manasına olarak zatına mehabbet eder. Varlıkta onun gayrisi yoktur. O'nun sevgisi, her şeyin zatına taalluku itibarîyle zatından ve zatının tâbilerinden başkasını istihdaf etmez. Bunun için O ancak kendisine mehabbet eder.
Burada Allah'ın kullarına olan sevgisi hakkındaki sözler te'vil olunur. Bunun manası, onların kalplerinden perdeyi kaldırması ve nihayet kalpleri ile onu görmelerine, onları Allah'ın kendilerine yakîn olduğunun gönüllerinde kök salmasına, ve bunu ezelde onlar için murad etmesine, rücu eder. Şu halde Allah'ın sevdiği kimseye olan sevgisi, bu kulun yakınlık yoluna girmesinin gönlünde yer etmesini gerektiren ezeli iradeye izafe edilmesi itibarı ile, ezeldir. Eğer kulunun kalbinden perdeyi açan Allah'ın fiiline izafe edilirse, bu açılışı gerektiren sebebin hâdis olması itibarıyla, hâdis olur. Nitekim hadis-i kutsîde;
– Kulum bana nafile ibadetlerle, ben onu sevinceye kadar yaklaşır,
buyurduğu gibi. Burada kulun nafilelerle Allah'a yaklaşması, kulun batınının arınmasına, kalbinden perdenin kalkmasına ve rabbine yakınlık derecesine ulaşmasına sebep olur. Bütün bunlar Allah'ın fiili ve ona lütfudur. İşte bu onun sevgisinin manasıdır.
Bu hal ancak bir misâl ile iyice anlaşılabilir. Meselâ bir hükümdar bazen hizmetkârlarından birine gönlünde bir yakınlık duyar. O hizmetkârın her zaman yanında bulunmasına izin verir. Bunu, bu hükümdar ya kuvveti ile kendisine yardım etmesi için, yahut onu müşahede etmekle rahata kavuşmak için veya görüşlerinden istifade etmek, istişare etmek için veyahutta yiyecek ve içeceğini hazırlaması için ister. Bunun ile "Hükümdar bu hizmetkârını seviyor" denilir. Bunun manası kendisinde hükümdara
uygun ve mülâyim olan bir mananın bulunuşu dolayısıyla hükümdarın ona meylidir. Bazen köle yaklaşmak ister. Hükümdar da kölenin yanına girmesine mani olmaz. Bu ondan bir menfaat temin etmek veya kendisine hizmet ettirmek için değildir. Bu mani olmayış sadece kölenin güzel ahlâk ile muttasif oluşu, hükümdarın huzuruna yakîn olmaya lâyık iyi hasletlere sahip oluşundandır. Hükümdarın ise ondan asla bir isteği yoktur. Böylece hükümdar kendisi ile kölesi arasındaki perdeyi kaldırınca "Hükümdar köleyi seviyor" denir. Eğer köle perdenin kaldırılmasını gerektiren bu güzel hasletleri sonradan kazanırsa bu seferde "Köle maksada erdi, kendisini hükümdara sevdirdi" denir.
İşte Allah'ın kula olan sevgisi birinci manada değil, ikinci manadadır. Ancak bu anlayış Allah'a yakınlığın yenilenmesinin Cenab-ı Hakta bir değişiklik oluşu anlayışına gitmemek şartı iledir. Allah'a yakınlık, hayvanî, şeytanî ve vahşî sıfatlardan uzaklaşmak ve ilahî güzel ahlâk ile ahlâklanmak demektir. Ne zaman ki cehil sıfatı hakikatini anlamaya ve bilmeye dönünce, şehvetleri kökünden söküp atmakta ve şeytanı yenmekte nefiste bir kuvvet hasıl olunca, her türlü kötü halden temizlenme zahir olunca kul kemâl derecesine daha yakın olur ve Allah'a kemâli derecesinde yaklaşır. O halde görüldüğü gibi Allah'ın kula olan sevgisi, kulu isyan ve fenalıktan uzaklaştırmak, dünya sıkıntılarından gönlünü temizlemek, kalbinden, sanki kalbi ile Allah'ı görürcesine, perdeyi kaldırmak suretiyle kulu kendisine yaklaştırmasıdır.
Kulun Allahu Teâlaya olan mehabbeti ise kendisinin sahip olmadığı ve kaybettiği bir kemâle erme arzusudur.
Allah'ın kulunu sevmesinin alâmeti o kulu kendisinden başkasından uzaklaştırması, o kul ile diğer mahlukat arasına girmesidir. Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyururki;
– Allah bir kulu sevdiği vakit ona iptilalar verir. Bu sevgisinin son hadde ulaştığı vakit onu yalnız bırakır iktina' ider,
dedi. Kendisine,
– İktina' ne demektir?
denildiği vakit;
– Onun ne malını ne de ehlini bırakır,
buyurmuşlardır.
İsa aleyhisselama,
– Binmek için bir binek almıyorsun?
denilince Hazreti İsa aleyhisselam;
– Ben Allahu Teâlaa, zatı ilâhiyesinden beni bir eşekle meşgul ederek, uzak etmesinden sığınırım,
buyurdular.
Haberde varid olmuşturki, Allah bir kulu sevdiği vakit ona iptilalar verir. Eğer sabr ederse onu seçer ve korur. Bundanda razı olursa artık yakınları arasına sokar, kalbini tasfiye eder.
Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki;
– Allah Teâla bir kulunu severse onun için nefsinde ona iyilikleri emreden bir vaiz, kalbinde fenalıklardan nehyeden bir zacir halk eder.
Ve yine buyurdular;
– Allah Teâla bir kuluna iyilik murad ettiği vakit ona kendi ayıplarını gösterir.
Allah'ın kula olan sevgisinin en bariz alâmeti Allah'ı sevmesidir.
Bir kimsenin Allah tarafından sevilen bir kimse olduğuna delalet eden fiillere gelince, bir kulun bütün işini, zahir ve batını ile, gizli ve aşikar olanı ile Allah'a havale etmesidir. Böyle olunca artık ona yol gösteren, işlerini yürüten, ahlakını güzelleştiren, uzuvlarını kullanan, iç ve dışını sağlamlaştıran, bütün sıkıntılarını tek bir sıkıntı haline getiren, kalbinde dünyaya karşı bir buğz hasıl eden, kendinden gayrı her şeyden kaçıran, yalnız zamanlarında Allah'a yalvarmanın lezzetini vererek onun enîsi olan, kendisi ile ma'rifeti arasındaki perdeyi açan, bizzat Allahu Teâla olur.
Kulun Allah'a olan mehâbbetinin alameti ise, Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme bağlılığının ve O'nun sünnetine uyuşunun kuvveti ile tezahür eder.
Şunu iyi bilmek lazımki, herkes mehabbet iddiasında bulunur. Halbuki bu iddia kolay değildir. Bunun manasıda pek yücedir. Aslında insan alâmetleri ile birlikte mehabbete katlanmadıkca ne kadar sevgi iddiasında bulunursa bulunsun, nefsin hileleri ve şeytanın iğvalarından uzak kalamaz. Mehabbet bir güzel ağaçtır ki, kökü sabit dalları göklerdedir. Bu ağacın meyveleri kalbde, dilde va azalarda görülür. Bu, dumanın ateşe, meyvenin ağaca delaleti gibidir. Sevginin de alâmeti pek çoktur. Bu alametlerden birisi keşif ve müşahade yolu ile sevgilinin likasınıarzu etmektir. Hiç bir zaman, müşahade ve likasına sevgi beslemediği bir sevgiliye kalb mehabbet edemez. Eğer dünyadan irtihal etmedikce sevgiliye erişmenin mümkün olmadığını bilirse onun ölüme mehabbet eden birisi olması gerekir. Zira insan bir kimseye, sevgiliyi müşahade nimetine ermek için kendi öz vatanından sevgilinin yurduna yolculuk etmek asla ağır gelmez. Ölüm bu kavuşmanın anahtarıdır. Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem,
– Bir kimse Allah'ın likasına mehabbet duyarsa Allah da onun likasına mehabbet eder,
buyurmuşlardır. Servi ve Bişrilhafi daima şöyle söylerlerdi:
– Ölümden ancak şüphesi olan kimse hoşlanmaz. Zira seven hangi halde olursa olsun sevgiliye kavuşmaktan hoşlanmamazlık edemez. Eğer sözünüzde sadık iseniz ölümden korkmayınız.
Gerçi mehabbet makamının başlangıcında ölümden kaçmak onu istememek vardır. Ama bu bir istemeyiş değildir. Allah'a kavuşmak için hazırlanmadan evvel ölümün acele gelişini istemeyiştir. Bu sevginin zayıflığına delalet etmez. Ama bunun alâmeti çalışmak ve kendini bütün varlığı ile hazırlığa vermektir.
Mehabbetin alâmetlerinden biri de dışta ve içte Allah'ın sevdiğini kendi isteklerine tercih etmesidir. Böylece şehvete uymaktan kaçınır ve tembelliğe sevk edecek şeylerden uzaklaşır. Artık o Allah'ın taatine devam etmekte, nafilelerle daima O'na yaklaşmaya çalışmakta, O'nun katında makbul derecelerin güzel hallerini, meziyetlerini taleb etmektedir, nasılki seven sevdiğinin gönlünde daha çok yakınlığı isterse. Allahü Teâla işareten, seven kişileri şöyle vasıflandırıyor;
– Onlara gelenleri severler. Gönüllerinde de belen kimselerden bir istekleri yoktur. Onları daima nefislerine tercih ederler. Her ne kadar onların da birşeyleri olsada,
buyurmaktadır. Bir kimse hevasına uymakta devam ediyorsa, onun sevgilisi heva ve hevesatıdır. Yoksa seven bir kimse sevgilisinin isteği için nefsinin isteğini terk eder. Nitekim, "Ben visal istiyorum o uzaklaşmak istiyor, onun istediği şey için ben isteğimi terk ediyorum" denilmemiştir. Hatta mehabbet galebe edince istek yok olur. Sevgilisinden başkasından lezzet alamaz olur. Denilir ki, "İsteğimi sen istediğin için terk ediyorum, ve ben senin razı olduğun şetden razıyım, her ne kadar nefsim bunu arzu etmiyor isede".
Sehl derki;
– Mehabbetin alâmeti onu nefsine tercih etmendir. Haddizatında her Allah'ın taatini işleyen kimse O'nun sevgilisi olamaz. Ancak sevgili menhiyyattan kaçınandır. Zira onun Allah'a oaln mehabbeti Allah'ın mehabbetinin sebebidir. Zira Allahu Teâla,
– O onları sever, onlarda O'nu sever,
buyurmaktadır. Allahu Teâla bir kez onu sevdimi artık onu velâyetine alır. Ona düşmanları olan nefsi, şehvetelri ve şeytanına karşı yardım eder. Onu asla perişan etmez. Düşmanlarına gü-vendirmez. Onlara dayandırmaz. Bundan dolayı Allahu Teâla,
– Allah sizin düşmanlarınızı en iyi bilendir. Allah dost olarak yeter. Allah yardımcı olarak kafidir,
buyurmaktadır.
Eğer isyan mehabbetin aslında zıddımıdır? dersen, derimki; hayır. Nice insanlar vardırki nefislerini severler, hastadırlar. Sıhhatli olmayı da isterler. Zarar vereceğini bildikleri halde birçok zararlı şeyleri yerler. Bu onun nefsini sevmediğine delâlet etmez. Ancak mehabbet bazan zayıflar ve şehvette galebe çalarda mehabbetin hakkını yerine getirmekten aciz kalır. Buna rivayet edilen şu kıssa delalet eder. Nuayman işlediği her küçük isyanı Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme getirir, işlediği bir hatanın cezasını Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem verirdi. Bir gün gene Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme geldi O da haddi tatbik etmişti. Bunu gören bir adam Nuaymanı lânetledi. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem derhal;
– Onu lânetleme. Zira o Allahı ve Resulünü seviyor,
dedi. Görülüyorki masiyet insanı mehabbetten çıkarmaz, ancak mehabbetin kemâlinden çıkarır. Ariflerden bir kısmı demişlerdir ki;
– Eğer imanı kalbin zahirinde kalırsa, onun Allah'a olan mehabbeti mutavassıt bir sevgidir. Eğer imanı kalbin derinliklerine inerse artık o Allah'ı tam bir mehabbetle sever ve isyanları terk eder.
Mehabbet iddiasında çok büyük tehlike vardır. Bunun için Hazreti Fuzeyl der ki;
– Eğer sana Allah'ı seviyormusun denilirse sus. Zira hayır diyecek olursan küfr etmiş olursun. Eğer evet diyecek olursan senin vasıfların seven kimselerin vasıflarına hiç benzemiyor. Öyle ise gazabı ilâhiden kaç.
Büyükler,
– Cennette ehli mehabbete verilecek nimetten daha üstün bir nimet yoktur. Cehennemde de me-habbet ve marifet iddiasında bulunubda bunun gereğini yapmayan kimsenin azabından daha şiddetli azab yoktur.
Mehabbet alâmetlerinden biride Allah'ın zikrine dalmak, lisanından o zikri kesmemek ve kalbini asla zikrullahdan boşaltmamaktır. Bir şeyi seven kimse zaruri olarak onu çok anar. Onunla ilgisi olan her şeyi zikreder. Şu halde Allah'a mehabbet etmenin alâmeti O'nun kelâmını sevmek, Resulünü sevmek, zikrini sevmek, hasılı O'na nisbet olunan her şeyi sevmektir. Sevgi bir gönülde kuvvet bulursa, bu sevgi sevgiliden onu çevreleyen, onun tarafında olan, sebebleri ile sevgiliyi ilgilendiren her şeye geçer. Bu hal asla sevgide ortaklık demek değildir. Zira bir kimse Allah'ın sevdiğini severse, bu Allah'a olan mehabbetin kemâline delâlet eder. Bir kimsenin kalbinde Allah mehabbeti galebe çalarsa Allah'ın bütün mahlukatını sever. Böyle olunca nasıl olurda sevdiklerini sevmez. Hazreti Sufyan derki,
– Allah'ın sevdiklerini sevenler Allah'ı sevmiş demektir. Allah'ın ikram ettiklerine ikram edenler, Allah'a ikram etmiş olurlar.
Sehl derki,
– Allah sevgisinin alâmeti Kur'anı sevmektir. Kur'anı sevmenin alâmeti Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemi sevmektir. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemi sevmenin alâmeti sünnetini sevmektir. Sünneti sevmenin alâmeti ahireti sevmektir. Ahireti sevmenin alâmeti dünyaya buğz etmektir. Dünyaya buğz etmenin alâmeti ise ondan ancak yeter kadarını almak ve gerisini ahirete ulaştırmak, orası için hazırlamaktır.
Allah sevgisinin bir alâmeti de yalnız kaldığı zamanda sadece O'nun ile ünsiyet etmektir. Allah'ın münacaatında daim olmak ve kitabını okumaktır. Böylece teheccüde devam eder. Bundan neş'e duyar. Dünya bağlarından kesilerek zamanın safasına erer. Mehabbetin en az derecesi dost ile yalnız kalmaktan lezzet almak ve O'na münacaatta en büyük tadı bulmaktır. Bir kimsenin yanında uyku veya laklakiyat ile meşgul olmak Allah'a münacaattan daha lezzetli olursa böyle bir kimsenin mehabbeti nasıl sahih olur. İbrahim bin Edhem hazretlerine dağdan inerken sordular:
– Nereden geliyorsun?
– Allah ile sohbet etmekten, ünsiyet etmekten geliyorum,
dedi.
Davud aleyhisselâmın haberinde varid olmuştur ki, Allah buyurur;
– Mahlukatımdan birisi ile ünsiyet etme, yoksa seni benden keserim. Zira ben adamdan alâkamı keserim. Birisi tembel ve yavaş hareket eden kimse, diğeri de beni unutan ve halinden memnun olan kimse. Bunun alâmeti o kimseyi kendi nefsine dayadırmaklığım ve dünyada kendi haline bırakmaklığımdır. Allah'dan gayrı ile ne kadar ünsiyet ederse edebilir, ancak bu onu Allah'dan uzaklaştıran ve onu mehabbet derecesinden düşüren kişinin haline götürür. Halbuki mehabbetin kemâlinin alâmeti sevgiliye daima hitabede bulunmakla ünsiyetin kemâle ermesi, O'nunla yalnız kalmaktan zevk duymanın son dereceyi bulması, münacaat ve halvetine noksan getiren her şeyden uzaklaşmasıdır. İşte enisin alâmeti aklı ve fehmi tamamen münacaatın lezzetine dalmış olmasıdır. Sanki maşukuna hitab ediyor ve ona sesleniyor gibi. Bu lezzet bazılarında o dereceye ulaşırki, namazda iken evinde yangın olsa hissetmez. Namaz kılarken ayağının bir kısmını bir hastalık sebebi ile keserlerde acısını hissetmez. Üns ve mehabbet gönülde hakim olunca halvet ve münacaat onun için göz bebeği haline gelir. Dünyanın her türlü gam ve gussasını atar. Mehabbet ve ünse kalbini o kadar kaptırı__________r, mehabbet ve ünsde öyle bir istiğraka varırki, dalgın bir aşık gibi dünya umuru kulağına tekar tekrar söylenmedikce anlamaz. Zira o dili ile insanlar ile konuşuyor isede bâtında sevgilinin zikri ile, onunla üns halindedir. Ve sevenin kalbi ancak sevdiği ile sükunet bulur.
Allahu Teâla Davud aleyhisselama vahyettiler ki,
– Bana mehabbeti olduğunu iddia eden kimse, gece olduğu vakit benden kesiliyorsa, uykuda başka bir şeyle oluyorsa yalancıdır. Her seven kimse sevdiğine ermek, onunla olmak istemez mi? Ben beni taleb eden kimsenin daima yanında bulunurum.
Musa aleyhisselam dedi:
– Ya Rab! Neredesin? Sana yöneleyim.
Allahu Teâla buyurdu;
– Eğer beni kasdetseydin bana ulaşırdın!
Yahya hazretleri derki,
– Allah'a mehabbet eden nefsine buğz eder.
Ve yine der,
– Kendisinden üç haslet bulunmadıkca bir kimse muhib (mehabbet ehli) olamaz. Allah kelâmını mahlukun sözüne, Allah'a kavuşmayı mahlukatın likasına ve ibadeti mahluka hizmete tercih etmek.
Mehabbetin alâmetlerinden biride Allah'dan gayrı kaçırdığı şeylere teessüf etmez, üzülmez. Ancak Allah'ın zikrinden ve taatinden hali geçirdiği zamandan dolayı üzüntü ve teesüfü pek büyüktür. Ve hemen gaflet halinde istiğfar ve tevbe ile derhal o gafletten dönüşü çok olur. Ariflerden bazıları
derlerki; Allah'ın öyle kulları vardırki onlar Allah'ı severler. Ve yalnız Allah'a yönelmekle itminan bulurlar. Kaybettikleri şeyden dolayı itminan gider. Meliklerin mülkü, hükmü tam ise, artık onlar nefislerinin arzusu ile uğraşmazlar. Ama istediği olur. Onların neleri varsa hepsi kendilerine ulaşır. Onların kaçırdığı şey, Allah'ın onlar için güzel tedbirinden dolayı vaki olandır. Muhib olan kimseye yaraşan, gafletinden rücu' ettiği vakit derhal sevgiliye yönelmek ve kendisini suçlamaya başlamaktır. Şöyle söyler: Rabbim, hangi günahım sebebi ile benden lütuf ve ihsanlarını kesdin? Beni huzurundan uzaklaştırdın, nefsimle meşgul ettirdin, şeytana uydurdun?
Bu sözler ondan ancak temiz bir zikir ve rakik bir kalb ile çıkar. Gaflet halinde geçen şeyleri düşünür. Böylece bütün zelleleri, kusurları zikrinin yenilenmesine ve kalbinin arınmasına sebeb olur. Bir çok kereler muhib olan kişi sevgiliden başkasını görmez. Ne görürse yalnız sevgiliden geldiğini görür ve bilir. İşte o zaman artık üzülmez. En küçük bir şüphede bulunmaz. Her şeyi tam bir rıza ile karşılar. Zira bilirki Allah Teâla ne takdir etmiş ise o mutlaka hayırdır. Hemen;
– Nice beğenmediğiniz şeyler vardırki o sizin için hayırlıdır,
ayetini hatırlar.
Mehabbetin alâmetlerinden biride taatinden lezzet almasıdır. İbadet ve taat ona asla ağır ve zor gelmez. İbadetin yorgunluğu ondan gider. Bazılarının dediği gibi; "yirmi sene gecelerini ibadet ile geçirdim ve yirmi sene O'nun nimetine erdim".
Cüneydi Bağdadî derki;
– Seven kimsenin alâmeti insanda canlılığın devamı, ibadetin sürekli oluşudur. Bedeni ibadete ara verirsede kalbi asla vermez.
Ehli mehabbetten bir kısım kişiler,
– Mehabbet üzre yapılan amele asla fasıla girmez,
demişlerdir. Bazı ülema da,
– Allah'a yemin ederimki, seven bir kişi taatinden umduğu gibi, başka hiç bir şeyden şifa beklemez. İbadet ve taat sebebi ile vücudu incelse de. Zira aşığa maşukunun mehabbetinde bulunmak asla ağır gelmez. Ona hizmetten bedenine ne kadar ağırda olsa gönlünde bir lezzet duyar. Eğer bir kimseye sevgilisi cidden sevimli ise, tembelliği, rızayı, gazabı, hasedi, kibri, dünya sevgisini ve diğerlerini terk eder. Bütün bunları sevgilinin sevgisi için terk eder. Eğer o sevgili ona maldan daha sevimli ise sevgilinin hizmetinde malını harcar. Elinde bulunan diğer her şeyde bunun gibidir.
Elinde bir şey kalmayana kadar malını bezleden bir ehli mehabbete denildi ki,
– Mehabbetteki bu halinin sebebi nedir?
Dedi ki;
– Bir gün sevgilisi ile yalnız kalmış olan bir ehli mehabbetin şöyle söylediğini işittim;
– Allah'a yemin ederimki, ben seni bütün kalbimle seviyorum. Halbuki sen bütün yönünle benden yüz çeviriyorsun.
Ona sevgilisi dediki,
– Eğer beni hakikaten seviyorsan benim için ne harcadın?
Cevap olarak dedi,
– Ey efendim, malik olduğum her şeyi size veriyorum. Sonra sizin için ruhumu infak ediyorum, dilersen onu yok et.
Dedim ki, bu mahlukun mahluka olan, kulun kula olan segisidir. Ya mahlukun ma'buda olan sevgisi nasıl olur? İşte bu, bu yüz çevirmenin sebebidir.
Mehabbetin alâmetlerinden biride, bütün mahlukata karşı şefkatli ve onlara karşı merhametli olmaktır. Allah düşmanlarının hepsine şiddetli olmaktır. Allah'ın kerih gördüğü her şeye yaklaştıracak oaln şeylere karşı da şedid olmaktır. Nitekim Allahu Teâla;
– Onlar kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidir. Allah yolundan onu hiç bir kötüleyicinin kötülemesi alakoyamaz. Allah için gazabdan onu hiç bir kimse çeviremez,
buyurmaktadır. Allah Teâla veli kullarını böyle vasıflandırıyor. Zira Allahu Teâla buyuruyorki;
– Onlar benim sevgime çocuğun bir şeyi sevdiği gibi bağlanırlar, benim zikrime kuşun yuvasına sığındığı gibi sığınırlar, benim haram kıldığım şeylerin karşısında kaplanın kızgınlığı gibi gazap-lanırlar. İnsanlar az olmuş, çok olmuş ehemmiyet vermezler. Nitekim çocuk bir şeyi sevdiği zaman ondan asla ayrılmaz. Elinden alınırsa tekrar kendisine iade edilinceye kadar ağlar ve ağıdı durdurulamaz.
Mehabbet alâmetlerinden biride sevgisinde büyük bir heybet ve ta'zim hissi ile havf sahibi olmasıdır. Gerçi korku(havf)nun sevgiye zül olduğu zannedilirse de hakikat böyle değildir. Yüceliği anlamak ve idrak etmek heybeti gerektirir. Nasılki güzelliği anlamak ve ona erişmek sevgiyi gerektirdiği gibi. Ehli mehabbetin mehabbet makamında bir havf (korku) makamı da vardır. Ancak muhibbanın bir kısmı havf itibarıyle diğer bir kısımdan daha şiddetlidir. Bunun ilki yüz çevirme korkusudur. Bundan daha şiddetli olanı hicab (örtü) korkusudur. Daha şiddetlisi ise uzaklaştırma korkusudur. Bundan dolayı Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem;
– Hud suresi beni ihtiyarlattı,
buyurmuştur. Onun içindirki seven bir kimseden şevk, havf ve taleb bu üçü asla ayrılmaz. Daima Allah'ın kendisine bahşettiği nimetlerini artırmasını ister. Ancak her an yeni bir hıtfa ermekle teselli bulur. Başka bir şeyle teselli bulabilse bu onun duraklaması ve gerilemesine işarettir. Çünki bu hal ilahî bir sırdırki beşerde ona muttali olabilmek için yeter güç yoktur. Allah Teâla bir kimseye mekri, gerilemesini dilediği vakit ondan gerilemesine sebep olacak şeyleri gizler. İzzet göstermek, müstağni olduğunu ifade etmek ve zorlayıcı vasıflar gibi. Böylece ya reca ile birlikte duraklar, veya hüsnüzan ile bir ara verir veya gaflet, heva ve unutkanlık kendisine galebe çalar. Bunların hepside şeytandandır. İşte bu mekr ve şekavetin, mahrumiyetin öncülerinden, mehabbetin başka şeye dönüşüdür. Mukt, yüz çevirme ve hicaptır. İyiliklerden kalbin daralması, zikir ve virdlerini ifadan kalbin sıkılmasıdır. İşte bunlar mehabbet makamından şekavete geçmenin delilidir. Bundan dolayıdırki, havfdan ayrılmamak, daima korkmak ve şiddetle fenalıktan kaçınmak lazımdır. Çünkü bir şeye mehabbet eden kimse onu kaybetmekten elbette korkar. Bunun için seven kimse eğer sevdiği yok olması mümkün olan şeylerden ise hiçbir zaman havfden hali kalamaz. Arif olan bir takım kişiler derki,
– Allah'a korku olmadan yalnız mehabbet ile ibadet eden kimse bunun verdiği genişlik ve emniyet ile cür'etten dolayı helâk olur. Ve bir kimse Allah'a mehabbetsiz yalnız havf tariki ile ibadet ederse bu seferde tevakkuş sebebi ile Allah'dan uzaklaşır. Fakat bir kimse Allah'a mehabbet ve havf tariki ile ibadet ederse Allah'da ona mehabbet eder, kendisine yaklaştırır. Ona huzur verir ve bilmediklerini öğretir. Bunun için seven korkudan, korkan da sevgiden hali olamaz. Ancak mehabbeti üstün gelip onda genişlik bulan gönlünde havten de bir parça mevcut olan kimse mehabbet makamındadır. Korkunun mehabbet ile karışık oluşu kişiyi mehabbetin sarhoşluğundan bir parçacık teskin eder. Bir kimsede mehabbet üstün gelir, marifet bütününü kaplarsa buna beşerin takati kalmaz. Ancak bunu havf hafifletir. Rivayet ederlerki, sıddıklardan bazıları ebdalden reca ettiler;
– Allah'dan bize ma'rifetinden bir zerresini bahşetmesini dileyin. bunun için dua edin.
O da bunu yaptı. Amma dağda bir yere kapandı. Kalbinde bir şaşkınlık hasıl oldu. Aklı başından gitti. Sanki donmuş gibi yedi gün kaldı. Ne bir işe faydalı oluyor, ne de kendisinden istifade ediliyordu. Sıddık onun için Rabbisine niyaz etti ve dedi;
– Ya Rab! Ona bahşettiğin o zerreden biraz azalt.
Allahu Teâla ona ilham etti ki;
– Biz ona mehabbetin bir zerresinin yüz bin parçasından bir tanesini verdik. Bu şöyle oldu. Bu kimse benden talep ettiği zamanda marifet talep eden yüz bin kulum vardı. Onların dualarına icabeti sen bu kulum için şefaat edinceye kadar tehir ettim. Senin istediğin şeye icabet edince ona verdiğim gibi onlara da verdim. Ma'rifetin bir zerresini bu yüz bin kul arasında taksim ettim. İşte bu ona isabet eden miktardır.
Bunun üzerine dedi;
– Ey Ahkâmülhâkimin olan Rabbim, bu verdiğin miktardan da azalt.
Bunun üzerine Allah Teâla ondan bu hali aldı. Onun ancak bir zerreden milyonda bir miktarı kaldı da onunda havfi, mehabbeti ve recası itidal buldu, sükûnete erdi. Böylece diğer arifler gibi oldu.
Ariflerin hallerinin vasfını bildirirken denilirki, en kısa zamanda onlardan hürlere ve kölelere en büyük himmetler ulaşır. Vasıfları tekdir, kimsede olmayan ilme sahiptir. Kalbi büyük bir demir parçası gibi idi. Onun manaları pek yüce idi de gözlerden kayboldu. Ancak şehit olanlar onu görürlerdi. Ancak sen bayramları bazı zamanlarda geldiğini görürsün ama, onun için her gün bin bayram kadardır. Dostların ferahlığı uzaktır, ama onun için süruru uzakta bulamaz. Bu gibi marifetlerde insanların ortak olması asla caiz değildir. Eğer insanlar bunda ortak olsalar, hepsinde de aynı marifet olsaydı dünya harap olurdu. Allah'ın hükmü dünyayı imar etmek için insan gaflette kalmalarını gerektirir. Hatta eğer insanların hepsi kırk gün haram yeseydiler dünya harap olur, ve yaşayış yok olurdu. Eğer onlar hep helâl yeselerdi nefisleriyle meşgul olurlar, dilleri neşrettikleri bir çok ilimleri söylemekten kalırdı, sükût ederlerdi. Fakat Allahu Teâla’nın zahirde şer gibi görünen şeylerde halkettiği nice hikmetleri ve sırları vardır.
Mehabbet alâmetlerinden biride sevgiyi gizlemek ve davadan kaçınmaktır. Vecd ve mehabbetin açıklamasından kaçınmak sevgiliyi ta'zim ve onu yüceltmek içindir. Onun sırrını korumak içindir. Zira sevgisinde sevgilinin sırlarından bir sürur, bir sır vardır. Çünkü bir takım iddialar da bazen mananın hududunu tecavüz eder ve ona onda olmayan şeyleri ekler. Bu ise iftiradan başka birşey değildir. Bu ahirette azabın büyük olmasına sebep olur ve dünyada da belâ tacil eder. Gerçi seven bir kimsenin bazen sevgisinde bir sarhoşluk hali olur. O kadar ki dehşete düşer, ahvali bozulur, onda yalnız sevgi zahir olur. Bu isteyerek ve bilerek yapma değildir. Bunun için de mâzurdur. Zira o o halde acizdir, elinde değildir. Ariflerden birisi derki,
– İnsanların Allah'dan en uzak olanı O'na en çok işaret edenidir.
Bununla sanki herşeye ona tariz etmek isteğini herkes yanında zikr ile lezzet bulduğunu göstermek isteyen kimseyi murad etmektedir. Bu ise ehli mehabbet yanında asla beğenilmeyen bir haldir.
Bir gün Zünnuni Mısri daima mehabbetten bahseden dostlarından birinin yanına girmişti. Zavallının bir belâya müptelâ olduğunu görmüştü. Dedi ki;
– Sevgilinin darbından elem duyan kimse sevmiyor demektir.
O adam cevaben;
– Fakat ben darbından bir lezzet ve nimet bulamayan kimse sevmiyor demektir, diyorum,
dedi. Bunun üzerine Zünnun;
– İşte bundan dolayı ben nefsimi O'nun sevgisiyle teşhir etmek isteyen kimse sevmiyor demektir, diyorum,
dedi. Bunu işiten adam;
– Allah'a istiğfar eder ve O'na tevbe ederim,
dedi.
Eğer "mehabbet makamatın en sonudur, onu izhar etmek ise bir hayrı izhar etmektir, öyleyse neden hoş görülmüyor" der ise, derimki,
"mehabbet iyi şeydir, onun zuhuru da iyidir. Mezmum olan buna bir büyüklenme ve iddianın girmiş olmasıdır. Ehli mehabbete yaraşan ancak gizli olan sevgisini sözleri ile değil fiilleri ve halleri ile tamamlamaktır. Fiil ve sözün başkasına gösterilmesi, mehabbet sarhoşluğu, sarhoşluk galebe etmedikçe mezmumdur. Hatta gizli şirk - şirki hafidir".
Mehabbet iddiasıyla görünmek arzusunun kötü oluşunun bir sebebi de şudur ki; eğer seven kimse hakikaten arif bir kimse ise melâikeyi kiramın hakikî olan mehabbetlerindeki sonsuz iştiyaklarındaki hallerini biliyorsa, ki onlar gece ve gündüz daima Allah'ı tesbih ederler, hiçbir an onun hükmünden ayrılmazlar, asla Allah'a isyan etmezler. O zaman bilirki kendisi Allah Teâla’nın memleketinde şu kâinatta sevenlerin en basiti ve sevgisi de Allah'a olan sevgiden daha noksan bir sevgidir.
Geçmiş ehli keşifden birisi dedi:
– Bütün gücümü kullanmak suretiyle otuz sene kalb ile ve azayı cevarih ile Allah'a ibadet ettim. Bana öyle geldiki Allah'ın yanında bundan dolayı benim için bir yer hasıl olmuştur.
Sonra uzunca bir kıssa içinde göklerin delil ve alâmetlerinden bazı şeyler anlattı ve sonunda dediki:
– Ve Allah'ın meleklerinden yeryüzündeki bütün mahlûkatı sayısınca bir safa (gruba) uğradım ve dedimki;
– sizler necisiniz?
Dedilerki;
– Biz Allah'a mehabbet eden kullarız. Burada Allah'a üçyüzbin seneden beri ibadet ederiz, şimdiye kadar kalbimizde O'ndan gayri bir şey gelmedi. O'ndan gayrisini de zikretmedik.
Bu ehli keşif dediki,
– Bu hali görünce amellerimden utandım ve hepsini cehennemlik olan insanlara Allah onların azabını hafifletsin diye hibe ettim.
İşte böylece bir kimse nefsini bilir ve Allah'dan da haya ederse dilini her hangi bir iddia ile görünmekten korur.
Mehabbetin alâmetlerinden biri de üns ve rızadır ki biz ileride bundan bahsedeceğiz.
Hasılı dinin bütün güzellikleri, ahlâkın yücelikleri mehabbetin meyveleridir. Sevginin meyvesi olarak zuhur etmeyen şeyler ise, ahlâkın reziletlerindendir. O da hevâ ve hevesatın bağileridir. Evet, insanlar Cenab-ı Hakk'ı bazen kendilerine yaptığı ihsanları sebebiyle sever, bazen de ihsan etmese bile celâl ve cemâli sebebiyle sever. Bunun için Cüneydi Bağdadi derki,
– İnsanlar Allah mehabbetinde avam ve hass olmak üzere iki kısımdır. Avam olanlar buna Allah'ın ihsanının devamlı ve nimetlerinin çok olduğunu bildiklerinden dolayı nail olurlar. Ancak bunların sevgileri eriştikleri nimetin miktarınca az veya çok olur. Fakat mehabbette hass olanlar ise buna kudretin, ilmin ve hikmetin yüceliği sebebi ile ulaşırlar. O'nun kâmil sıfatlarını ve güzel isimlerini öğrenince artık O'na mehabbet ederler. Zira O mehabbete bizatihi ehil ve müstahaktır. Bu mehabbet hali kendilerinden bütün nimetler alınsa bile devam eder.
İşte bir kimsede bu alâmetler tamamlanırsa, artık mehabbeti ve sevgisindeki hulûsu da tamamlanmış demektir. Ahirette içeceği ve nazarı arınır ve bütün nimetleri temiz olur. Fakat O'nun sevgisine gayrın sevgisi de karışırsa o kimse artık sevgisi derecesinde nimet bulur. Dünyadaki mehabbeti eğer cennet nimetlerine ve onun içindekilere ermek arzu ile idiyse cennete girer ve dilediği şeyler orada hazırlanır. Orada artık o huriler ve gılmanlar ile oynaşır. Amma lezzeti ancak orada biter. Çünki her insana cennette ancak nefsinin istediği ve gözünün lezzet bulduğu şey verilecektir. Liebrarın halidir.
Mukarrabinin ise, onların dünyada maksatları ancak rabbülalemiyn Allahu azimüşşan idi. Onlarda galip olan şey tam bir ihlâs ve sıdk ile Allah sevgisi idi. Onlar, meliki muktedir yanında sıdk makamına ereler, huzurda kalırlar. Gözleriyle yalnız O'nun cemâline dalmış bir zerreye nispetle bütün cennetin nimetlerini daha basit ve küçük görürler. Diğeri şehvetleriyle meşgul iken onlar O'na nazarda esrar içinde ve bütün hakayıkın müşahedesindedirler.
ALLAH İLE ÜNSÜN MANASI
Evvelce zikrettikki, üns, havf ve şevk, bunların hepsi mehabbetin eserlerindir. Ancak bunlar o anda kendisinde galip olan şey ve görüşün ihtilâfı sebebiyle birbirinden ayrılan muhtelif neticelerdir. Nitekim insana gayb perdesinin gerisinden cemâlin müntehasına bakmak arzusu galebe çalar ve celâli ilâhînin künhüne vakıf olmaktaki noksanını anlarsa, kalb bunu ister ve bir talep gönlü kaplar. Ona ulaşmak için bir heyecan başlar ve buna ŞEVK derler. Ve şevk geleceğe ait ve henüz erişilememiş olan bir şeye izafe olunur. Eğer insana keşiften hasıl olan şeyin huzurunda şahide ve kurbiyyet sebebi ile meydana gelecek olan ferahlık galebe eder ve kendisi de görüşlerini daima huzurda kaldığı cemâlin mütalâasına tahsis edip düşündüğü şey ile müjdelendikten sonra erişemeyeceği şeye asla iltifat etmez bir halde bulunursa onun sürur ve besâretine ÜNS denir. Eğer bir kimsenin nazarı izzet ve istina sıfatlarına alâkanın yokluğu ile çevrilmiş ve zevale erme ve sevgiliden uzak kalma tehlikesini düşünürse, bu düşünceden dolayı kalbinde bir elem hasıl olur ki onun bu elemine HAVF adı verilir. Bütün bunlar bu sayılan mülâhazalara bağlı, o da bu mülâhazaları gerektiren sebeplere bağlıdır. Bunu herhangi bir şey ile hasretmek mümkün değildir.
İnsanın manası cemâli ilâhîyi mütalâa ile kalbin ferahlığı ve sevincidir. Bu sevinç o dereceye varırki artık erişemeyeceği, kendisine verilmemiş olan şeyi düşünmekten bile gönlünü boşaltır, tecrit eder. Ve kendisine bu nimetlerin zevale ereceği, elinden alınacağı korkusu da gelmez. İşte bu zamanda nimeti artar ve bundan duyduğu lezzet pek büyük olur. Eğer bu üns hali bir kimsede daha da artar onu bütünü ile kaplarsa halvette ve tek başına kalmaktan başka bir arzusu kalmaz. Zira Allah ile üns O'ndan gayrı herşeyden kaçmak suretiyle olur. Hatta halvetten alıkoyacak ve onu bozacak olan bir şey kalbe en ağır gelen bir şeydir. Musa aleyhisselamdan rivayet olunduğu gibi Allah ile tekellümden sonra Hazreti Musa uzun bir müddet kendisini bir ğahş hali alır ve hiçkimsenin sözünü işitmezdi. Zira sevgi sevgilinin kelâmında en büyük tadı bulmayı gerektirir. Ve onu daima hatırlar da kalbinden sevgiliden başkası çıkıverir.
Allahu Teâla Davud aleyhisselama dediki,
– Yalınız benimle ünsiyet eden kimse ol. Benden gayriden müstavhiş - kaçar ol.
Rabiatül Adviyye hazretlerine,
– Bu menzileye ne ile nail oldunuz?
denildi. Cevaben dediki;
– Malayaniyi terk edip yalınız zeval bulmayacak olan Allah ile üns haliyle.
Abdulvahit derki;
– Bir rahibe yalnızlık senin ne kadar hoşuna gidiyor?
dedim. O da,
– Eğer yalnızlığın tadını tatmış olsaydın ona ermek için nefsinden bile kaçardın, yalnızlık ibadetin başıdır,
dedi. Dedim ki;
– Ey rahip, yalnızlıktan kazandığın şeyin en küçüğü nedir?
Cevap verdi,
– İnsanlara mudârâ etmekten kurtulmak ve onların şerrinden selamette kalmaktır.
Dedim;
– Ey rahip, bir kul Allah ile ünsün halavetini ne vakit tadar?
Dedi ki,
– Sevgi saf olur ve anlayışı da halisane olursa.
Dedim;
– Sevgi ne zaman arınır?
Dedi ki,
– Eğer gayret ve himmet toplanırsa tâat halinde bir olunur.
Alimlerden birisi der ki,
– Hayret olunur o kimseye ki sana bedel ararlar. Ve yine taaccüp olunur şu insanlara ki senden başkasından uzaklaştıracak bir şeyle ünsiyet ederler.
Ünsün alâmeti nedir? diyecek olursanız, derimki; Havassın alâmeti halk ile muaşerettir. Kalbin daralması onlardan sıkılmasıdır. İnsanlar ile bir arada bulunsa bile zikrin tatlılığından kendinden geçmesidir. O cemaat içinde iken sanki yalınız gibidir ve yalınız olduğu vakitte cemaat içindeki gibi edeplidir. Hazarda gurbette gibi, seferde huzurda gibidir. Gayb halinde şahit huzurda gaip gibidir. Bedeni ile insanlar arasında ise de kalbi ile yalınızdır ve daima zikrin lezzetine gark olmuştur. Hazreti Ali radıyallahu anhın bunları vasıflandırırken buyurduğu gibi pek aziz bazı insanlar vardır ki işlerinin hakikatine ilim izinsiz girerde yakıni bir ruh ile karşı karşıya kalırlar. Asilerin veda edip terk ettikleri şey onlara pek kolay gelir. Cahillerin kaçtıkları şey ile onlar ünsiyet ederler. Ruhları mahalli âlâda aslî olan bedenlerle bu dünyada kalırlar. Onlardır işte yer yüzünde Allah'ın halifeleri ve O'nun dininin dâvetçileri. İşte Allah ile ünsün manası budur, alâmet ve şahitleri bunlardır.
Evvelce söylediğimiz gibi mütekelliminden bir kısımları üns, şevk ve mehabbeti inkâr etmektedirler. Zannediyorlarki bu teşbihe delâlet eder. Bunlar aynı zamanda basiretin idrak ettiği güzelliğin gözlerin idrak ettiği güzelliklerden daha kâmil ve mükemmel olduğunu da bilmiyorlar. Bunlardan alınan lezzetin ehli kalbe daha yakîn ve sevimli olduğunu da anlamazlar.
Bunlardan bir kısım da var rıza makamını inkâr ederler. Ancak sabır vardır, rıza diye bir şey tasavvur olunamaz derler. Bu sözlerin hepsi noksan sözlerdir. Makamattan kabuktan başka bir şeye muttali olmayan kimselerin sözleridir. Onda o kabuktan başka bir şeyin olmadığını zannediyorlar. Hayalde dine sokulan her şey mücerret kabuktur, kabuktan ibarettir. Bunun ötesinde asıl istenen öz vardır. Nitekim cevizin yalnız kabuğunu gören zannederki ceviz yalnız bu kabuktan ibarettir. Ona göre cevizden yağ çıkarmak muhaldir, mümkün değildir. O kimse her ne kadar mâzur ise de böyle bir özür kabule şayan bir özür değildir. Nitekim şair öyle söyler:
Allah ile üns, onu her şeyi iptal edenler elde edemezler,
Hayalleri peşinde koşanlar ona kendi güç ve kuvvetleri ile eremezler,
Üns sahibi kişiler büyük ve necip erlerdir,
Ve hepsi de tertemiz, yalınız Allah için çalışanlardır.
İNBİSAD VE İDLÂL
İnbisad ve idlâlin manası ise üns halinin şiddet bulması ile bilirler denir. Şunu bilmelidir ki üns devamlı olur ve şiddet kesbeder, muhkem bir hale gelirse ve şevkin parlaklığı da bu hali karıştırmazsa, bunun bir perde ile örtüleceği veya değişeceği endişesi de olmazsa, o zaman üns sözde, fiillerde ve Allah'a olan münacaatta bir genişlik verir, bir meyve verir ki buna da inbisad denilir. Bazen kendisinde bulunan bir takım cür'et ve heybet azlığı gibi istenmeyen şeyler de olabilir. Fakat o üns makamında bulunan kimseler arasında olabilir. Fakat bir kimse o makamda olmadığı halde o makamda imiş gibi görünür, söz ve fiillerinde ona benzemeye çalışırsa bu haliyle helâk olur ve nerede ise küfre sapmış olur.
Ebu Hays radıyallahu anh bir gün yolda gidiyordu. Kendisine şaşkın ve perişan bir köylü rastladı. Ona dediki;
– Sana ne oldu böyle?
O da;
– Benim eşeğim kayboldu, ondan başkada bir şeye malik değilim.
Onun üzerine Ebu Hays durdu ve dediki;
– İzzetine yemin ederimki bunun eşeği geri gelmeden bir adım atmayacağım.
Birden ileriden eşek göründü ve Ebu Hays geçti gitti. Bu ve buna benzer haller ancak üns sahibi kimseler için olabilir. Ona benzemek isteyen kimseler için bunlar vaki olmaz, caiz değildir. Cüneyd derki,
– Ehli üns yalnız iken münacaat ve sözlerinde öyle şeyler söylerlerki bunlar amme yanında küfürdür.
Bir kere öyle dedi eğer onu avam işitseydi onları tekfir ederlerdi. Halbuki onlar bu halleriyle benim yanımda kıymet kazanmışlardır. Bu ancak onlara yaraşır ve onlara lâyıktır. Hiçbir zaman Allahu Teâla’nın kulundan başkasının kızdığı, hoşuna gitmeyen hareketlerden razı olması asla şaşılacak şey değildir.
Eğer dikkat ederde anlarsan Kur'an-ı Kerimde bu manalara delâlet edecek birçok tembihler vardır. Kur'an-ı Kerimin bütün kıssaları basiret sahibi kimseler için birer tembihtir, uyarmadır. Bunların birincisi Adem aleyhisselam ile İblisin kıssasıdır. Görmüyorsun masiyet ve emre muhalefette nasıl birleşiyorlar? Sonra da muhafazada ayrılıyorlar? İblis rahmetinden mahrum oluyor ve artık uzaklaştırılanlardır deniliyor. Hazreti Adem aleyhisselam hakkında ise,
– Adem Rabbine isyan etti, kötülük işledi. Sonra da Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve hidayet verdi,
buyurulmaktadır. Nitekim bizim peygamberimizi bir kuldan yüz çeviriyor, diye bir kula dönüyor diye Allahu Teâla itâb ediyor (Adese ve tevella). Halbuki bunların her ikisi de kullukta aynıdır. Allahu Teâla buyurdu;
– Sana koşarak gelen o kimse Allah'dan korktuğu halde sen ondan kaçıyorsun.
Diğeri hakkında ise;
– Tekebbür eden kimseye ise, sen onun için gidiyorsun.
Gene Allahu Teâla bir kısım kimseler ile oturmasını emretti. Buyurdu ki;
– Bizim ayetlerimize inananlar sana geldiği vakit onlara -selâmünaleyküm- Allah'ın selâmı size olsun, de.
Diğer bir kısım insanlardan ise yüz çevirmesini, uzaklaşmasını emretmiştir.
– Bizim ayetlerimizde tahribat yapanları gördüğün vakit onlardan uzaklaş,
buyurmuştur. Hatta Allahu Teâla,
– Zalim olan kimselerle beraber oturma, Rablerine dua eden kimselerle beraber bulunmaya nefsini hazırla, sabret,
buyurmuştur.
Aynı şekilde inbisad ve idlâl de kullardan bir kısımlarında bulunur, diğer bir kısımlarında ise bulunmaz. Hazreti Musa aleyhisselamın sözündeki üns inbisaddan bir nevidir. "Ya Rab bu senin fitnenden başka bir şey değildir. Onun ile dilediğini dalâlette bırakır dilediğini hidayete erdirirsin. Onlar için işlenmiş bir suç var, beni öldürmelerinden korkarım. Korkarım ya bana zulmederler, veyahutda tuğyan isyan ederler. Korkarım beni tekzip ederler ve benim göksüm daralır". Bu haller hazreti Musa'dan başkası için sui edebdir. Hazreti Musada ise sui edeb olmaz. Zira üns makamında bulunan bir kimse bir takım lâtifeler yapar ve naz eder.
Yunus aleyhisselam için ise bu nazlanmaları kabul etmez. Haşmet ve heybet makamında bulunduğu için bundan daha az bir şey için Yunus aleyhisselam balığın karnında itâb edildi. Nida olundu ki,
– Eğer Rabbinden bir nimet erişmeseydi çırıl çıplak bırakılırdı.
Bu ise mezmum olan şeydir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ona uymaktan nehyedildi ve denildi;
– Rabbinin hükmüne sabret, razı ol. Sahibul Hud gibi olma.
Bütün bunlar ahval ve makamatın muhtelif oluşundandır. Ve bunların bir kısmı da ezelde faziletlerinin geçmiş oluşundandır. Allahu Teâla,
– Biz bazısını bazısına üstün kıldık,
buyurmaktadır.
Yahya aleyhisselam ise heybet ve haya makamına oturtulmuş da O'nu zikrederken medhedmeden anmaz. "Hoş görüyor, O'na selâm olsun" der. Dikkat et, Yusuf aleyhisselamın kardeşlerinin yaptığı şeyleri nasıl hoş görüyor? Bazı müfessirler derler ki, "Yusuf aleyhisselamın kıssasından bir kısmı diğerinden büyük kırk hata saydık. Onları Allah mağfiret etti ve affetti".
Üzeyr aleyhisselamı bir meseleden dolayı hoş görmedi. Bu mesele de kaderden soruldu. Hatta denilirki, peygamberlik divanından silinmiştir. Bunun gibi Belâm ibni Baura da büyük alimlerden idi. Dini vasıta ederek dünyalık kazandı da bu hal kendisinden asla affedilmedi. Asıf ve müsriflerden birisi idi. İsyanında ise azaları ile idi, Allah affetti. Rivayet olundu ki, Allahu Teâla Süleyman aleyhisselama vahyetti;
– Ey abidlerin başı, teyzeyin oğlu Asıf daha ne kadar isyan edecek ve ben defalarca ona karşı pek yumuşak davranıyorum. İzzet ve cemâlime yemin ederimki eğer onu sıcak sam rüzgârlarından biri ile cezalandırsaydım beraberinde olanlara benzer ve kendinden sonrakilere de ders olarak bırakırdım.
Asıf Süleyman aleyhisselamın yanına gelince Allah'ın vah yettiklerini haber verdi. O da kavimlerin çok olduğu bir yere gelinceye kadar sahraya çıktı. Sonra başını kaldırdı elini semaya doğru uzattı ve dedi ki;
– Allahım ve ey efendim! Sen Sensin ve bende ancak benim. Sen tevbemi kabul etmez isen ben nasıl tevbe edebilirim? Sen beni korumazsan ben nasıl kendimi korurum? Eğer sen beni korumazsan ben de dönerim.
Allahu Teâla vahyetti;
- Ey Asıf doğru söylüyorsun. Ben Benim sende sen! Artık sen tevbe ile Bana dön Ben tevbeni kabul ettim.
İşte bu gibi kıssa Kur'an-ı Kerimde inbisad, üns ve derece derece oluşun kullardaki sünneti ilâhîye ve âdeti ilâhîyeye işaret etmek için varit olmuştur.
ALLAHIN KAZASINA RIZA
Allah'ın kazasına rızanın manası, hakikati, fazileti ve alâmeti, bunların hepsi de deliller ile sabittir. Şunu asla unutmayınızki rıza mehabbetin meyvelerinden bir meyvedir. Bu da mukarrebinin en yüksek makamıdır. Rızanın hakikati pek çok kimselere kapalı kalmıştır. Bunda bulunan bir takım benzetmeler ve belirsizlikler, yalınız Allah'ın tevilatını öğrendiği ve dinde bir anlayış sahibi yaptığı kimselere açılmıştır. Nitekim bir kısımları hevâya, arzuya uygun olmayan şeye rızayı inkâr etmişlerdir. Sonra dediler ki, `eğer her şeye rıza mümkün olsaydı küfür ve isyana rıza lâzım gelirdi.’ Böylece bir kısım insanlar kendilerini aldattılar ve zannettilerki isyanlara rıza göstermek, itirazı terketmek ve inkâra da razı olmak Allah'ın kazasına teslimiyet göstermekten ibarettir. Eğer esrarın tamamı şeriatın zahirine vakıf kimseye açılmış olsaydı Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem İbni Abbas radıyallahu anh için;
– Allahım onu dinde anlayış sahibi et ve ona tevili öğret,
diye dua etmezdi.
Rızanın fazilet ve alâmetine delâlet eden ayetlerde vardır.
– Allah onlardan razı oldular, onlar da Allah'dan razı oldular,
ve,
– ihsanın cezası ancak ihsandır,
sözü bunun delilidir. İhsanın en son şekli de Allah'ın kulundan razı oluşudur. Bu da ancak kulun Allah'dan rızasının sevabıdır. Öyleyse bir kimse Allah'dan razı olarak bir amelde bulunursa Allah da ondan razı olduğunu bildirerek onu mükâfatlandırır. Rızayı rıza ile karşılamak; işte bu mükâfatın en yüce halidir. Ve Allahu Teâla,
– Adn cennetinde güzel meskenler vardır, Allah'ın rızası daha büyüktür,
buyururlar. Görülüyorki Allahu Teâla rızasını Adn cennetinin üstünde tutmuş ve yüceltmiştir. Nasılki, "şüphesiz namaz her türlü fahşa ve mümkerden alakoyar, Allah'ın zikri daha büyüktür" sözünde zikrini namazdan daha üstün gösterdiği gibi. Nasılki namazda zikrolunanın müşahedesi namazın üstünde olduğu gibi cennet sahibinin rızası da cennetten daha ulvî, daha yücedir. Allah'ın kulu zikri kulun zikrinden daha büyüktür.
Hadisde varit olmuştur ki Allahu Teâla mü'minlere tecelli ederek buyurur ki,
– İsteyiniz benden!
Onlarda derler ki,
– Senin rızanı isteriz Ya Rab!
Onların bu istekleri üstünlüğün en son şeklini gördükten sonra vaki olacaktır. Allah'ın kullarından razı olmasının manası ise Allah'ın kullarına olan mehabbetinde zikrettiğimiz şeylere yakındır. Hulâsa olarak Allah'ın cemâline nazardan daha yüksek bir rütbe yoktur. Bunlarda Allah'dan rıza talep ediyorlar. Zira rıza nazarın devamının sebebidir. Sanki onlar nazar nimetine ulaşmak için gayelerin gayesini görüyorlar da, `dua ediniz >diye emrolundukları vakit o halin devamını istiyorlar ve biliyorlarki rıza hicabın devamlı olarak kaldırılmasının sebebidir. Allahu Teâla buyuruyor ki,
– Bizim yanımızda daha fazlası vardır.
Müfessirlerden bazıları bu ayeti celilede diyor ki; bu mezid, fazlalık zamanında Allah katından üç ihsan gelir. Bunların birincisi hediyedir ki cennette onların yanında birtek benzeri yoktur. Bu da Allahu Teâla’nın,
– Göz bebeğinden onlar için gizlenen şeydir, hiçbir kimse bilemez,
buyurduğu şeydir. İkincisi, Rablerinden selâmdır. Bu da hediyeden üstündür. Üçüncüsü ise,
– sizden razıyım,
demesidir. Bu da hediyeden de selâmdan da üstündür ve büyüktür. İşte bu
“Allahu Teâla’nın razı olması daha büyüktür, yani içinde bulundukları nimetlerden daha büyüktür,”
sözü ile sabittir. Bu Allah'ın rızasının üstünlüğüdür, fazlıdır. O da kulun rızasının meyvesidir.
Buna delâlet eden hadislere gelince; Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem eshabından bir kısmına sordular:
– Sizler kimlersiniz?
Bunlar da;
– Mü'minleriz,
dediler. Resûlu Ekrem dedi ki;
– İmanınızın alâmeti nedir?
Dediler;
– Belâ zamanında sabrederiz. Genişlik zamanında şükrederiz. Kazadan ne vaki olursa ondan da razı oluruz.
Bunun üzerine buyurdular;
– Kâbenin sahibine yemin ederimki siz mü'minlersiniz.
Diğer bir haberde de buyuruldu ki,
– Öyle hakimler, öyle alimler vardırki ilimlerinden sanki peygamberler gibi olacaklar.
Diğer bir hadiste ise,
– Ne mutlu o kimselere _slâm dinine hidayet olunmuşlar, rızkları da ancak kendilerine yetecek kadar olduğu halde bundan razı olurlar.
Ve yine Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu;
– Az bir rızk ile Allah'dan razı olan kimseden de Allah azıcık bir amelle razı olur.
Yine Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu;
– kalplerinizden gelen bir ihlâs ile Allah'a rıza ile yöneliniz. Fakir halinizin sevabı ile zafer bulasınız. Yoksa kurtuluşa eremezsiniz.
Musa aleyhisselamın haberinden varit oldu; kavmi kendisine
– Rabbinden bizim yaptığımız zaman razı olacağı işi sor,
dediler. Musa aleyhisselam da,
– Ya Rab! ne söylediklerini işittin,
dedi. Allahu Teâla buyurdu ki;
– Ya Musa, onlara söyle. Onlar benden razı olsunlarki ben de onlardan razı olayım.
Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet olunan bir hadis buna şehâdet eder. Dedi ki;
– Rabbinin katında kendisi için ne olduğunu bilmek isteyen kendi yanında Rabbi için ne olduğuna baksın. Zira Allahu Teâla kulunu kendisinden ancak kulunun O'nu nefsinden uzak gördüğü yerde uzaklaştırır.
Rivayet olunur, Musa aleyhisselam dedi,
– Ya Rab! senin rızana ereceğim ameli bana göster.
Allah da vahyetti;
– Benim rızam senin gücüne giden şeylerdedir. Halbuki sen hoşuna gitmeyen şeye sabredemezsin.
Musa aleyhisselam dedi;
– Ya Rab! o ameli bana göster.
Allahu Teâla buyurdu;
– Benim rızam kazama razı olmandadır.
Musa aleyhisselam münacaatında Allah'a dedi ki;
– mahlûkatın içinde senin katında en sevimli olan kimdir?
O da buyurdu;
– Ondan çok sevdiği şeyi aldığım vakit benim ile müsalemet eden,bana teslim olandır.
Musa dedi;
– Senin gazap ettiğin kulun hangisidir?
Allah buyurdu;
– İşinde bana istihare eder ve bana havale eder de ben o işi kaza ettiğim vakit kazama gazap eder.
Allahu Teâla buyurdu ki,
– Ben başka mabudu olmayan tek Allahım. Kim benim belâma sabretmez, nimetlerime şükretmez ve kazama rıza göstermezse benden gayrı bir Rab arasın.
Bu şiddette diğer bir hadiste ise, Allahu Teâla:
– Kaderi ben takdir ettim. İşleri ben tedbir ettim. Bütün işleri ben hükmettim. Kim bunlardan razı olursa ben de onlardan razı olurum, bana kavuşuncaya kadar. Kim bunlardan gazap ederse ben de ona gazap ederim kıyamete kadar.
Haberi meşhurda varid olmuştur, Allahu Teâla buyuruyor ki;
– Hayrı da şerri de halkettim. Müjdeler olsun hayr için yarattığım ve elinde hayr işlenen kimseye. Azap olsun şer için yarattığım ve elinde şer işlenen kimseye. Azap olsun, sonra yine azap olsun o kimseye ki benim işlerime karşı daima niçin ve nasıl der.
Enes radıyallahu anh dedi;
– Resulu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'e on sene hizmet ettim. Yaptığım hiçbir şeyden dolayı "niçin yaptın?" demedi. Yapmadığım bir şey için de "yapmadınmı?" demedi. Olan bir şey için "keşke olmasaydı" ve olmayan, yapılmayan bir şey için de "keşke olsaydı" dediğini işitmedim. Eğer ehlinden birisi bana çıkışacak olursa ona "bırakınız çocuğu, eğer bir şey takdir edilse idi o yapılırdı", derdi.
Rivayet olunur ki Allahu Teâla Davud aleyhisselam'a vahyetti;
– Ey Davud sen murad edersen ben de murad ederim. Ancak benim dilediğim olur. Eğer sen benim dilediğime teslim olursan dilediğin şeylerde ben sana yetişirim. Ve eğer benim murad ettiğim şeye teslim olmazsan seni arzu ettiğin şeylerde yorarım ve sonunda yalınız benim dediğim olur.
İbni Abbas radıyallahu anh,
– Kıyamet gününde cennete ilk çağırılacak olan her halinde Allah'a hamd edenlerdir,
Demiştir.
Ömer ibni Abdulaziz,
– Benim için kaderin getireceği şeylerden gayrı hiç bir sürur kalmamıştır.
Kendisine;
– Neyi arzu ediyorsunuz?
denildi, O da,
– Allah'ın hükmünü bekliyorum,
dedi.
Meymun ibni Mehran,
– Allah'ın kazasına rıza göstermeyenin ahmaklığına deva yoktur,
demiştir.
Fuzeyl der ki,
– Allah'ın takdirinde sâlih olmazsan nefsiyin arzularında sâlih olamazsın.
Abdulaziz der ki,
– Şan ve şeref arpa ve sirke yemekte, yün ve kıl giymekte değildir. Yücelik ancak Allah'ın kazasına rıza göstermektedir.
Bazı selefi sâlihin,
– Allahu Teâla gökte hüküm verse yer ehlinin hükmünden razı olmalarını ister,
demiştir.
Ebudderda,
– İmanın en yüksek mertebesi hükme sabretmek ve kadere rıza göstermektir,
demiştir.
Hazreti Ömer radıyallahu anh da,
– Benim için darlık veya genişlik haliyle hangisi ile sabahlar veya akşamlarsam, akşamlıyayım benim için farkı yoktur,
derdi.
Esservi bir gün Rabiatül Adviye'nin yanında,
– Allahım bizden razı ol,
demişti. Rabia dediki,
– Sen ondan razı olmadığın halde Allah'dan rıza istemekten utanmazmısın?
Bunun üzerine Esservi,
– estağfurullah!
diye Allah'dan mağfiret talebi diledi.
Hazreti Cafer,
– Kul ne zaman Allah'dan razı olur?
deyince, Rabia dedi ki;
– Musibetten duyduğu sürur nimetten duyduğu sürur gibi olduğu vakit.
Fuzeyl der,
– Bir kimsenin yanında vermesi ile men'etmesi müsavi olursa işte o zaman Allah'dan razı olmuş olur.
Ahmed der ki, Süleyman Eddarani;
– Allahu Teâla lütuf ve keremi ile kullarından, kullarının Mevlâlarından razı olmaları sebebiyle razı olur,
dedi de ben de;
- Bu nasıl olur?
deyince,
- Kulun arzusu Mevlâsının kendisinden razı olması değilmidir?
dedi. Ben de
- Evet,
dedim. Cevap olarak dediki;
- Allah'ın kullarından razı olması, onlara mehabbet etmesi, kulların Allah'dan razı olması ile olur.
Sehl derki,
- Kulların yakindan nasibi rızadan nasipleri kadardır. Rızadan nasipleri ise Allah ile beraber yaşayışları kadardır.
Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu,
- Allahu Teâla celâl ve hikmeti ile saadet ve huzuru rıza ve yakinde halketti. Gam ve hüznü ise şüphe ve gazapta halketti.
Şunu bilki müttekilerin ahvalinin dallarının dayandığı makamatın asılları dokuzdur. Bunlar tevbe, sabır, şükür, reca, havf, zühüd, tevekkül, mehabbet ve rıza makamlarıdır.
RIZANIN HAKİKATİ
`Arzulara uymayan şeylerde ve belâların her nev'inde ancak sabır vardır, rıza ise asla tasavvur olunmayan şeydir' diyen kimsenin bu sözü mehabbeti inkârdan ibarettir. Artık sevgiyi tasavvur etmek
sabit oluyorsa, bunun için de insanın büyük bir kulluk gayreti görülüyorsa, hiç şüphesiz böyle bir sevgi sevgilinin fiillerinden razı olmayı gerektirir. Bu iki cihetten böyledir. Birincisi, elem veren şey olduğu halde elem duygusu iptal olur ve duymaz. Kendisi yaralanır, fakat acısını hissetmez. Meselâ muharebe eden bir kimse hiddet ve korku anında, fakat yaralandığını duymaz bile, ta ki kanı görünceye kadar. Kanı görünce yaralandığını anlar. Dahası var, çok sıkı ve acele bir iş için koşan kişinin ayağına dikenler batar da kalbi başka şey ile meşgul olduğundan dolayı acısını duymaz. Maşukunun müşahedesi gayretine veya onun sevgisine dalmış olan bir aşık da böyledir. Birçok kereler aşkı olmasaydı gam ve elemini hissedeceği elem verici hallere çarpılırda, sevgisinin bütün kalbini kaplamasından dolayı elem duymaz. Bunların kendisine sevgilisinin başkaları tarafından geldiği halde duymaz. Ya sevgiliden gelirse nasıl duyar? Kalbin aşk ve mehabbetle meşgul olması meşgalelerin en büyüğüdür. Bunlardan birazcık nasip alan kimse büyük bir dehşet içerisinde kalır ve hislerini kaybeder de kendisinde hasıl olan elemi hissetmez bile. Rivayet olunur, Fet'ul Musulinin hanımının ayağı taşa çarptı ve tırnağı kırılmıştı. Kadıncağız gülmeye başladı, kendisine,
- Acısını duymuyorsun?
denildi de;
- onun sevabını lezzeti kalbimden acısının elemini sildi.
Seyl bir hastalığa müptelâ idi. Bu hastalığa başkalarından olduğu zaman ilâç verirdi de kendisini tedavi etmezdi. Bunun sebebini sordularda dediki;
- Ey dost, sevgilinin darbı acıtmaz!.
İkinci veçhi ise, onu hisseder ve elemini duyar. Fakat bundan razıdır, hatta onu artırmak ister. Yani, her ne kadar tabiatı arzu etmese de fiiliyle onun acısını artırmaya çalışır. Sanki hacamat yapan kimseden hacamat yapmasını isteyenin hali gibi. Mutlaka bıçağın acısını duyar, fakat ondan razıdır. İşte bu, elemden neye uğrarsa uğrasın razı olmanın halidir. Kazanmak için sefere çıkan kimse de bunun gibidir. Yolculuğun bütün meşakkatini duyar, fakat onun sonunda ulaşacağı kazanç sevgisi o yolculuğu ve onun elemini güzelleştirir. Ne zaman Allah'dan bir belâ gelirse, eğer o kimse bunun mukabilinde kazanacağı sevabın kaybettiği şeyden çok daha üstün ve ahirette kendisi için bir hazine olduğunu yakînen bilirse ondan razı olur. Onu teşvik eder ve sever, ve bundan dolayı Allah'a şükreder. İşte bu rıza da sevap mülâhazası ile olan bir rızadır.
Olabilir ki bir kimsede sevgi, sevenin arzusu ve hazzı başka bir manadan dolayı değil, sevgilinin muradı ve rızasında bulması cihetiyle olur. İşte bu zamanda artık sevgilinin muradı ve rızası onun için en sevimli olan şeydir ve istediği odur. Bunların hepsini de mahlûkatın sevgisinde görmek mümkündür.
Birçok kimseler nazım ve nesirlerinde bu hali vasfetmişlerdir. Mahlûkatın sevgisinde olan bu haller sadece göz ile görülen bir dış güzellik içindir. Aslında o güzelliği bir düşünse onun pislikle karışık deri, kan ve etten ibaret olduğunu, başlangıcının bir damlacıktan sonunun lâşeden başka birşey olmadığını görür. Yanılmıştır ve çirkini güzel görmüştür. İnsan şu cazip sevginin böylece bütün varlığı kapladığını tasavvur ederde bu hal nasıl olurda güzelliği ezeli olan, kemâline son bulunmayan Allah'ın sevgisinde muhal olur. O da ancak basiretle idrak olunabilir. O idrakten yanılma diye bahsedilemez. O basirete ölüm de razı olamaz. Onun sahibi ölümden sonra da Allah'ın katında Allah'ın rızkı ile ferahnak diri olarak ebediyyen kalacaktır. İşte bu apaçık bir vakıadır. Buna ehli mehabbetin hallerinin hikâyesi şehâdet eder. Şakik derki,
- Güç hallerin sevabını bilen bir kimse o halden asla çıkmayı istemez.
Cüneyd dediki, Sırrı Sakatiden sordum;
- Ehli mehabbet belânın acısını duyar mı?
dediki,
- Hayır.
Dedim;
- Kılıç ile vurulsa!
Dedi,
- Evet, yetmiş kere vurulsa dahi bir takım ehli mehabbet dedi O'nun sevdiği herşeyi sevdim. O kadar ki eğer O ateşi sevmiş olsaydı ateşe girmek isterdim.
Bişr ibnil Haris der; `Bağdadın şarkında bir adama bin kırbaç vurduklarını gördüm. Adam "ah!" bile demeyip hiç konuşmuyordu. Sonra adamı hapse götürdüler. Ben de peşinden gittim. Adama dedimki;
- Seni niçin dövdüler?
Dedi,
-Aşık olduğum için.
Dedim;
- Niçin sustun, hiç inlemedin?
Dedi,
- Sevgilim hemen karşımda bana bakıyordu.
Dedim;
- Ah ne olurdu, büyük sevgiliye baksaydın ve Onu bilseydin!
Bişr derki, bunun üzerine adam bir çığlık attı ve ölü olarak yere yığılıverdi.
Yahya bin Muaz dedi;
- Ehli cennet bir kere Allahu Teâlaya baksa Allah'a bakmanın lezzetinden kalplerinde gözleri giderde sekiz yüz sene kendilerine dönmez. Ya Allah cemâl ve celâli karşısında olan kalpleri sen ne zannedersin? Onun celâlini düşündükçe ta'zim eder, cemâlini düşündükçe hayran kalır.
Derlerki, Mısırlılar tam dört ay hiçbirşey yemeden sadece Yusuf aleyhisselamın güzelliğine baktılar. Acıktıkları zaman onun yüzüne bakarlardı. Onun güzelliği açlığın acısını hissettirmezdi. Hatta Kur'an-ı Kerimde bundan daha açık ve beliğ olanı vardır, kadınların ellerini kesmeleri vb gibi.
Rivayet olunur ki Yunus aleyhisselam bir kere Cibril aleyhisselama dedi;
- Bana yer yüzünün en çok abid olanını göstersene.
O da bir adam gösterdi, adamın cüzzam ellerini ve ayaklarını çürütmüştü ve gözü de kaybolmuştu. Adam şöyle söylüyordu:
- Ey Allahım, bana bu eller ve ayaklar vasıtasıyla ne vermiş isen ancak sen verdin. Ne de uzaklaştırmış isen ancak sen uzaklaştırdın. Ey Allahım, benim için sende sadece bir arzu bıraktın. Ey Rabbim o da sadece vusuldür.
Rivayet olunurki İsa aleyhisselam âmâ, teninde alacalar bulunan, iki şakakları çökük bir adama rastladı.
- Ya Rab sana hamdolsun ki mahlûkatın pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten bana afiyet verdin,
diyordu. İsa aleyhisselam adama dediki;
- Ey fulan senden Allah'ın giderdiği hangi dert var ki?
Adam dedi;
- Ey ruhullah, ben Allah'ın kalbime verdiği marifetten mahrum ettiği kimselerden daha hayırlıyım.
Bunun üzerine Hazreti İsa,
- Doğru söylüyorsun,
dedi.
Ubeyd ibni Zübeyr dizine kadar kesik olan ayağını çıkardı, sonra dediki;
- Benden bir tanesini alıp üçünü terkeden Allah'a hamdederim.
Ve dedi;
- Ve iptilâ verirsin ve yine sen afiyet verirsin.
Sonra dua etmedi ve o gece ayağı iyi oldu.
İbni Mes'ud radıyallahu anh hep şöyle söylerdi;
- Fakirlik ve zenginlik iki binektir hangisine binersem bineyim benim için ehemmiyeti yoktur. Fakirliğe binersem onda sabır var, zenginliğe binersem onda bezil - sadaka var.
Süleyman Eddarani derki;
- Her makam ile beraber rızaya ulaşan bir hale nail oldum. Onda mutlaka benim için bir korku hazzı vardır. Bundan dolayı eğer mahlûkatın hepsi cennete sokulup ta ben cehenneme kalsaydım gene razı olurdum.
Ariflerden birine denildi;
- Sen Ondan razı olmanın son haddine erdin!
O da,
- Hayır ancak rıza makamına. Eğer beni cehennem üzerine mahlûkatın cennete geçeceği bir köprü yapsaydı, sonra da cehennemi boşaltmak için mahlûkatına bedel olarak benim ile cehennemi doldursaydı, O'nun hükmünden dolayı buna mehabbet eder, O'nun taksimi olduğu işin bundan razı olurdum.
Bu mehabbetin bütün ihtimam ve gayretleri kapladığını bilen bir kimsenin sözüdür. O kadar ki, bu mehabbet acıyı duymayı bile ortadan kaldırır, yok eder. Böyle bir sevginin herşeyi kaplaması muhal değildir. Her ne kadar zayıf halimizden pek uzak ise de, zayıf ve mahrum olan kişilerin kuvvetli kişilerin hallerini inkâr etmesi nasıl caiz olur? Bazen aciz insanlar böyle kendilerinin yapamadığı şeylerden evliyaullahın da aciz olduğunu zannederler.
Ümran İbni Huseyb bir karın ağrısıyla yattı. Sırt üstü hiç kalkmadan ve oturmadan kaldı. Yatağının altından def'i hacet için bir delik açmışlardı. Onun yanına yakınlarından birisi geldi. Onu bu halde görünce ağlamaya başladı. Ona dediki;
- Niçin ağlıyorsun?
O da,
- Seni bu halde gördüğüm için,
dedi. Dedi;
- Ağlama. Zira Allah için sevimli olan şey benim içinde sevimlidir.
Sonra ilâve etti;
- Bak sana şimdiye kadar kimseye söylemediğim halde birşey anlatayım. Belki de Allah o sözde senin için de bir faide halkeder. Her zaman melekler beni ziyaret ediyorlar. Benim ile ünsiyet ediyorlar ve bana selâm veriyorlar. Ben onların selâmını işitiyorum. İşte bu belâ bir musibet değildir, zira bu nimetin sebebidir.
Belâsında, imtihanında şu hali müşahede eden kimse halinden nasıl razı olmaz?
Sofilerden birinin küçük oğlu üç gün kaybolmuş ve ondan hiçbir haber alınamamıştı. Ona,
- Dua et Allahu Teâla çocuğunu sana gönderir,
dediler. O da;
- Allahu Teâla’nın hükmüne itiraz etmek bana çocuğumun kaybından daha ağırdır,
dedi.
Allah'ın abid kullarından birisi diyorki;
- Ben büyük bir günah işledim, bundan dolayı da altmış seneden beri ağlarım. Bu günahtan tevbe temek için ibadet eder, çalışırım.
Ona,
- Bu günah nedir?
denildiğinde;
- Bir kere olmuş olan şeye "keşke olmasaydı" dedim,
dedi.
Selefi Sâlihin derki;
- Cismimin makasla doğranması Allah'ın hükmettiği bir şeye "keşkeciğim etmeseydi" demekten bana daha hayırlıdır.
Abdulvahit İbni Dinar'a dedilerki;
- Burada bir adam var, elli seneden beri Allah'a yönelmiş ibadet ediyor.
Oraya gitti ve ona dedi;
- Dostum bana biraz kendinden haber ver, bunun ile kanaat ettin mi?
Dedi,
- Hayır.
Dedi,
- Peki onunla ünsiyet eyledin mi?
Dedi,
- Hayır.
Dedi,
- Ondan razı oldun mu?
Dedi,
- Hayır.
Dedi,
- Senin artırdığın şey sadece oruç ve namazmıdır?
Dedi,
- Evet.
Dedi,
- Eğer senden utanmasaydım elli seneden beri yaptığın muamelenin yok olduğunu sana haber verirdim.
Bunun manası, sana kalb kapısı hiç açılmamış, kurbiyyet derecesine ancak kalb amelleriyle yükselinir. Senin ise ondan artırmasını istediğin azalarının amelidir ki bu ancak umumun isteğidir. Onun için sen ancak ashabı yeminden sonra gelirsin. Habsolunduğu Maristanda Şiblinin yanına kalabalık bir cemaat geldi. Şibli de önüne taşlar toplamıştı. Onlara dedi ki;
- Kimsiniz sizler?
Onlar da,
- Senin dostlarınız,
dediler. Başladı onlara taşları atmaya. Bu sefer hepsi de kaçışmaya başladı. Bunun üzerine Şibli,
- Size ne oluyor! Hem mehabbetimden bahsediyorsunuz hem de kaçıyorsunuz. Eğer doğru söylemiş olsaydınız belâma da sabrederdiniz,
dedi. Şiblinin bir beyti vardı:
"Rahmete olan mehabbetim beni sarhoş ediyor,
Sen hiç sarhoş olmayan bir ehli mehabbet gördünmü?"
Şam ehlinin abidlerinden biri diyorki;
- Hepiniz Allah'a varacaksınız. Sanki O'na varacak kimse bu varışı yalanlar gibidir. Bu şu demektir: sizin birinizin parmağında bir altın yüzük olsa, o parmakla işaret eder. Eğer bir çok olsa parmaklarını açar.
Bununla şunu kastediyor; altın Allah yanında mezmumdur. Halbuki insanlar onunla iftihar ediyorlar. Belâ ise ahiret ehlinin ziynetidir.
Şu hikâyeleri düşünecek olursanız, hevâya muhalif olan rızanın dünyada muhal olmadığını anlarsınız. Aslında rıza yüce bir makamdır. Irak ve Horasanlılar rızanın manasında ihtilâf ettiler. "O ahvalden bir halmidir, yoksa makamattan bir makammıdır"? Horasanlılar onun makamlardan olduğunu ve tevekkülün sonu olduğunu söylediler. Bunun manası kulun O'na iktisap ile ulaşabileceği ile tevil olunur. Iraklılar ise `o ahvaldendir, onun için de kesbi değildir. Ancak diğer ahval gibi kalbe Allah tarafından verilen bir haldir' dediler. Bunu birleştirmek mümkündür. Rızanın başlangıcı kesbidir, o da makamlardandır, nihayeti ise ahvaldendir. Hasılı insanlar rıza hakkında pek çok şeyler söylediler. Hepsi de onun halinden bahsettiler. Bu sözlerin en kuvvetlisi Allah'dan razı olmak, takdirine itiraz etmemektir.
Denildiki, rıza belâyı hissetmemek değildir. Rıza hüküm ve kazaya itiraz etmemektir. Denildiki rıza Allah'ın büyük kapısı ve dünyanın cennetidir. Ancak şunu bilmelidir kul Hakkdan, Hakk ondan razı olduktan sonra razı olabilir. Allahu Teâla,
- Allah onlardan razı oldu, onlarda O'ndan razı oldular,
buyurur. Denildiki, kalbi şehvetlerden salim olursa kendiside Allah'dan razı olur. Denildi, rıza kalbden isteksizliği çıkarmaktır, ta ki orada ferah ve sürurdan başka birşey kalmasın.
Vasıti,
- Gayretin rızaya müteveccih olsun, onun seni kullanmasına bırakma. Eğer rıza senden bir lezzet, nefsaniyye duyar ve kalbinde rızanın rahatlığını hissederse bu hal hakkı görmekten haliyle alakoyar. Bunun için tâatten nefsani bir tat duymak öldürücü bir zehirdir,
demiştir.
Denildiki, `rıza Allah hükümlerinden dolayı kalbin sükûnet bulması ve kalbin onun razı olduğu ve seçtiği şeylere muvafakat etmesidir'. Denildi, `rıza ihtiyarı kaldırmaktır'. Denildiki, `rıza Allah'ın kul için kadim olan ihtiyarına kalbin bakmasıdır ve bu da gazabı terk etmektir'. Denildi, `rıza hükümleri ferahlıkla karşılamaktır'. Denildi, `rıza kazanın geçmesiyle kalbin sürur duymasıdır'. Bunun için `kendi kaderinden aşağısına razı olan kimseyi Allah gayesinin üstüne yükseltir' denilmiştir. Resulu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyururki,
- Allah'dan rab olarak razı olan kimse imanın lezzetini tadar.
Yalınız şunu da hatırdan çıkarmamalıdır ki dua da rızayı nakzetmez, insanı rıza makamından çıkarmaz. Küfrü, isyanı, müslümanlara eziyeti hoşlanmamak ve bunları yapanlardan uzak kalmak, sebeblerini yok etmek, emri bil ma'ruf nehyi anil münker yaparak bunların giderilmesine çalışmak da rızaya zıt şeyler değildir.
İşte burada bir takım aldanmış kişiler hataya düşmektedirler. İsyanın, küfrün ve fücurun kulun hiçbir dahli olmadan Allah'ın kaza ve kaderinden ibaret olduğunu ve bunlara da rıza göstermenin vacip olduğunu zannetmişlerdir. Bu tevili bilmemek ve şeriatın sırlarını anlamamaktır. Bunlar kulun sıfat ve hükümlerinden ibaret olan bir hükümdür. Allah'ın sıfat ve hükümlerinden ibaret olan kaza değildir. Bunlardan evvelâ duayı Allahu Teâla bize emretmiştir. Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in ve diğer peygamberlerin çok dua etmiş olmaları buna delâlet eder. Halbuki Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem rızanın en yüksek makamında idi. Allahu Teâla kullarından bir kısımlarını onların iyiliklere koşmak ve kötülüklerden kaçınmak için bize dua ederler, diye bize medih buyurmuştur.
İsyanı inkâr etmek ve onu hoş görmemek ve ondan razı olmamaya gelince, Allahu Teâla kulları bu hal ile ibadet ettiklerini zannederler. Halbuki Cenab-ı Hakk onları bu hale razı olmalarından dolayı zemmeder. Buyurur;
- Dünya hayatı ile razı olurlar ve onun ile itminan bulurlar.
Ve yine buyurur;
- Allah'a muhalefet edenlerle beraber olmaya rıza gösterirler. Allah onların kalplerini damgalamıştır.
Hadisi meşhurda da Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
- Bir münkeri görüp de ondan razı olan kimse aynen onu işlemiş gibidir,
der. Yine hadisi şerifde,
- Şerre delâlet eden onu işleyen gibidir,
buyururlar. İbni Mes'ud hazretlerinden rivayet olunur,
- Bir kul bir fenalıktan uzakta kalır, amma o kula aynen onu işleyen kimsenin günahı gibi günah yazılır.
Bu nasıl olur denilince de dediki,
- Bu kötülük haberi ona gelirde o da bu halden razı olursa.
Haberde `bir kimse doğuda birisini öldürür ve yanındaki başka birisi onun bu katlinden razı olursa işte o kimse batıda o katilin ortağı olur' denilmiştir. Allahu Teâla hayrolan şeylerde gıpta ve yarışmayı ve şerden kaçınmayı emretmiştir. Allahu Teâla,
- Yarışanlar yarışsınlar,
buyurmuştur.
Küfür ve fücura buğz, bunu işleyenleri inkâr ve onlara gazap etmeye gelince Kur'an ve hadisde bunun hakkında varit olan şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Allahu Teâla’nın,
- Mü'minler mü'minlerin ötesinde kâfirleri dost edinmesinler,
sözü gibi. Allahu Teâla yine buyurmuştur ki;
- Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları sakın dost edinmeyiniz.
Haberde varit olmuştur, Allahu Teâla her mü'minden her münâfığa buğz etmesi ve her münâfıktan da her mü'mine buğz etmesi ahdini almıştır. Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem;
- Bir kavmi seven, onu dost edinen kimse onlar ile beraber haşrolunur,
demiştir. Yine Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem,
- Temiz imanın en sağlamı Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir,
buyurur. Eğer dersen Allah'ın kazasına rıza göstermek hakkında pek çok ayetler ve hadisler varit olmuştur. İsyanlar Allah'ın kazası olmadan olursa bu muhaldir. Zira ancak her şey O'nun kazası ile olur. Eğer Allah'ın kazasıyla oluyorsa bunları hoşlanmamak Allah'ın kazasını hoş görmemek demektir. Bir şeyde hem rıza hem de kerahet nasıl toplanır? Ben de derim işte bu alemlerin esrarına vakıf olmakta kusurları pek çok olan zayıf kimselerin tuttukları yoldur. Bu yolda münker olan şeylerin karşısında sükût etmekte de rıza makamından bir makamın bulunduğunu zannederler. Bu hali de `güzel ahlak' diye isimlendirirler. Halbuki bu mutlak cehaletten ibarettir. Hatta biz diyoruzki bunlar aslında zıt olan şeylerdir. Fakat bir şey üzerinde herbiri bir vecih ve bir cihetten varit olursa artık zıt olmazlar. Bir şey üzerinde birleşebilirler. Nitekim birşey bir cihetten istenmez, diğer bir cihetten ise ondan razı olunabilir. Meselâ aynı zamanda senin düşmanının da düşmanı olan bir düşmanın olduğu vakit düşmanıyın düşmanı olduğu için bu hoşunuza gitmez, fakat onun düşmanınız olması itibarıyla de bundan razı olursunuz. Sevgilisinin emri ile başkasını dövmek gibi. Gerçekten birisini dövmek kötü bir şeydir, fakat sevgilinin emri ile onun yanında razı olunan şeydir.
Masiyet de böyledir, onun da iki veçhi vardır. Bir vecih onu Allah'ın fiili, ihtiyarı, iradesi ve kazasıyla olması cihetiyle Allah'a bakan veçhi, hükmü sahibine bırakmak bakımından bir cihetten razı olunur. Diğer veçhi ise bu kötü işin kulun kesbi, vasfı ve alâmeti olması cihetiyle kula bakan cihetidir. Allah katında bu münkeratın buğz edilen, sevilmeyen şeyler olması Allah'dan uzaklaşma ve O'nun gazabının sebeplerinin münker olan şeylerde olması cihetiyledir. İşte bu cihetten de münkerdir ve kötülenen şeydir, mezmumdur. Hasılı Allah'ın kullarından herbirine taalluk eden fiili, yani onlar üzerine masiyeti dâvet eden şeyleri göndermesi huzurundan uzaklaştırmada ve gazabında Allah'ın dilemesinin ezelde mevcut olduğuna delâlet eder. Bunun içindirki Allah'ı seven her kula O'nun buğz ettiğine buğz etmesi, gazap ettiğine gazap etmesi, huzurundan uzaklaştırdığına düşmanlık etmesi vâcibdir.
Yakınlık derecesinden atılmış olan bir kimse sevgilinin huzurundan kovmak suretiyle gazap ettiği bu kimseye, sevgiliye muvafakat etmek, onun yolunda olmak için gazap etmesi de buğz etmesi de gerekir. İşte yalınız Allah için buğz etmek ve Allah için sevmek, kâfirlere karşı şiddetli olmak ve onlara dost davranmak ve onlara karşı duyduğu gazap ve hiddedde mübalâğa göstermek hakkında vaki olan deliller bütün bunların Allah'ın kazası olması cihetiyle kazasından razı olmakla beraber aşağı yukarı aynı
şekildedir. İşte, şu ifşasına ruhsat verilmemiş olan kaderin sırlarından bir sözdür. Bu şunu ifade ederki, her şer ve hayır Allah'ın dilemesi, iradesi ile olur. Ancak şer beğenilmeyen bir dileme, hayır ise arzu olunan bir muraddır. `Şer Allah'dan değildir' diyen bir kimse cahildir. Aynı şekilde `hayır ve şer arasında Allah indinde rıza ve kerahet bakımından hiçbir fark yoktur bunların aynıdır' diyen bir kimse de görüşü noksan olan bir kimsedir. Ondan bu mevzuda örtüyü açmaya da izin verilmemiştir. Böyle bir iddianın karşısında ilk yapılacak iş susmak, sonra da onu şer'i terbiye ile terbiye etmektir. Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem,
- Kader Allah'ın bir sırrıdır, sakın onu ifşa etmeyiniz,
buyurmuştur. Bu hal mükaşefe ilmine taalluk eder. Burada bizim bu kadarcık söylemekten maksadımız bu mahlûkatın Allah'ın kazasına rıza göstermek ile masiyete Allah'ın kazası ile olduğu halde bu’zetmenin arasını birleştirmek suretiyle kulluk etmesinin mümkün olduğunu anlatmaktır. Bu mevzuda sırrı açmaya ihtiyaç kalmadan maksadı açıklamaktır.
Yukarıdaki beyandan da anlaşılırki günahlarının bağışlanması ve isyandan korunması ve dini umurda yardımcı olan diğer sebepleri bahşetmesi için dua etmek Allah'ın kazasına rıza göstermeyi nakzetmez. Zira Allahu Teâla kullarına kendilerinde zikrin safiyetini, kalbin huşûunu, tazarru ve niyazın inceliğini temin için dua etmelerini emretmiştir ve bu kalbin cilâsı olur. Keşfin anahtarı. Allah'ın lûtfunun son derece artmasının sebebi olur. Nitekim rızık talebinde bulunmak Allah'ın açlık ve susuzluktaki hükmüne rıza göstermeyi nakzetmez. Yemek yemek, açlığı gidermeyi istemek ve sebeplerine yapışmaktır. Gerçekten sebeplerin yaratıcısı ancak Allahu Teâladır.
Aynı şekilde dua ve Allah ve Resulünün sünnetine uygun bir şekilde sebeplere yapışmak da tevekkülü nakzetmez. Tevekkülde rızayı nakzetmez. Zira rıza tevekküle bağlı ve birleşik bir makamdır. Evet, belâyı Allah'a karşı şikâyet ve onu inkâr babında zikretmek rızayı nakzederse de belâyı şükür olarak Allah'ın kudretini açıklamak için söylemek ise rızayı nakzetmez.
Selefi sâlihin demişlerdir ki,
- Yaz gününde şikâyet makamında "bugünde çok sıcaktır" diye bir söz sarf etmemesi kulun Allah'ın kazasına rıza göstermesinin güzelliğindendir. Fakat bu sözü kış gününde söylemesi şükürdür.
Hangi halde olursa olsun şikâyet etmek rızayı nakzeder. Yiyecekleri kötülemek ve onun ayıplarını söylemek de öyledir. Zira san'atı zemmetmek sanatkârı zemmetmektir. Bunların hepside Allah'ın yarattığı şeylerdir.
`Fakirlik belâ ve mihnettir, aile yorgunluktur, san'at bir meşakkattir' sözünün hepsi rızayı yok eder. Bunlar aslında böyle değil, bunlar ancak tedbiri sahibine teslim eden şeylerdir. Bunu düşünen aynen Hazreti Ömer radıyallahu anhın dediği şeyi söyler;
- Sabahleyin kalkınca fakir olarak mı kalkacağım yoksa zengin olarak mı kalkacağım diye düşünmem bile. Zira bilememki benim için hayırlı olan hangisidir.
Makam sahibi üç kişiden hangisinin efdal olduğu hakkında ülema ihtilâf etmişlerdir:
1. Allah'a kavuşmaya olan şevki ve iştiyakından dolayı ölümü seven insan;
2. Mevlâ’nın hizmetinde bulunmak için bekayı isteyen kişi;
3. ise `Allah'ın benim için münasip gördüğü şeyden daha çok razı olunacak herhangi birşey bulamıyorum' diyen kişi.
Bu mes'ele arifler yanında da zikredildi. Dedilerki;
- Bunların efdal olanı rıza sahibi olandır.
Bu Ebu Yezid El Bestaminin dediğine münafi değildir. Bestami,
- Eğer sana Musa'nın münacaatını, İsa'nın ruhaniyetini, İbrahimin hulletini ve sen bunun da ötesindekini talep et zira bunun üstünde kat kat makamlar vardır. Eğer bir noktada sükûnet bulursanız, bu sana hicap olur.
Hasılı bu manaları duymaktan en uzak kalmış olan kalpler böbürlenen nefsini beğenen, kendi ameline dayanarak nefsini müjdeleyen kalplerdir. Bu manaları duymaya en yakin olan kalpler ise, kırık nefsinin zilletini anlayan kalplerdir. Hatta nefsini aşağılık olarak gördüğü her şeyden daha aşağı menzilede olduğunu gören kalplerdir. Bu o hale gelirki, nihayet tevazu onlar için yaratılışında bulunan bir zatî sıfat haline gelir. Bu haller nefsin basamaklarını aştıktan, en aşağısı ihlâs olan bir çok makamları aştıktan, nefsin hazzını gönülden çıkardıktan, bütün amellerinde, zahirde ve batında halkı düşünmeye başladıktan, halini örtüp kalbini her türlü fenalıklar ve kederlerden arıttıktan ve halka yöneldikten sonra ortaya çıkar, zahir olur. Artık onun üzerinde yakin olmanın nuru parlar ve hak membaları önünde açılır. Bunu tecrübe etmeden ve o yola Sülûk etmeden inkâr etmek cehaletten ibarettir, taassubun ta kendisidir. Burada olduğunu inkâr etmekte cehalettir ve hatta ilhattır. Daha henüz mehabbet makamına erememiş olan bir kimse mehabbetin ötesindeki keramet ve keşifleri nereden bilecek? Bunların hepsi de mehabbetin ötesindedir. Mehabbet de imanın kemâli ötesindedir.
Kuvvet ve zaafta ise imanın makamlarında hudut yoktur. Bundan dolayı Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Bekr Essıddık radıyallahu anha buyurdularki;
- Allahu Teâla senin benim ümmetimden bana inananların hepsinin imanı fevkinde (kuvvetinde) bir iman verdi. Bana da Adem oğullarından Allah'a inanların hepsinin imanı kadar bir iman verdi.
Ve buyurduki;
- Gökten bir terazinin indiğini gördüm. Ben bir kefeye konuldum ve ümmetim diğer kefeye konuldu. Ben ağır geldim. Ebubekr bir kefeye kondu, sonra ümmetim getirilip diğer kefeye kondu, Ebubekr üstün geldi.
Buraya kadar mehabbetin tafsilâtını ve alâmetlerini anladık. Şimdide ariflerin bu husustaki sözlerini zikredelim:
Süfyan dedi;
- Mehabbet Resûlullaha tâbi olmaktır.
- Zikrin devamıdır, da denildi.
Ve yine denildi;
- Mehabbet dünyada ebediyyen kalmayı istememektir.
Denildi;
- Mahbubdan bir mana vardır, o mana kalplere hükmeder ve kalpler onu idrakten aciz kalır. Dillerde onu ifadeye muktedir değildir.
Cüneydi Bağdadi der;
- Allah mehabbeti alâka sahibi olanlara haram kılmıştır ve her mehabbet bir ivaz karşılığında olur. İvaz yok olunca mehabbet de yok olur.
Zünnunu Mısrî rahmetullahi aleyh mehabbet ishar eden kimseye
- Allah'dan gayrısına karşı zillet göstermekten sakın,
dedi.
Şibliye,
- Bize arif ve ehli mehabbeti anlat,
dedi. O da;
- Arif eğer konuşursa helâk olur. Ehli mehabbet ise susarsa helâk olur,
dedi.
Birgün Rabiatül Adviyye dediki;
- Bize dostumuzu, sevgilimizi kim gösterecek?
Bir hizmetkâr hanım,
- Sevgilimiz bizim ile beraberdir, fakat dünya bizi ondan ayırıyor,
dedi.
İbni Celâ dedi ki;
- Allahu Teâla Hazreti İsa aleyhisselama vahyetti, "ben kulumun içine baktığım vakit orada dünya ve ahiret sevgisinden hiçbir şey bulunmazsa onu sevgimle doldururum ve onu muhafazama alırım".
İbrahim İbni Ethem hazretleri dedi ki;
- Ya Rab! sen bilirsinki bana bahşettiğin mehabbetin ve beni zikrin ile ünsiyyet ettirişin ve senin azametini tefekkür edişimin yanında (o mehabbetin yanında) bence cennetin sivri sineğin bir kanadı kadar etmez.
Sırrı Sakati der;
- Allah'a mehabbet eden yaşar, dünyaya meyleden sapıtır. Ahmak sabah akşam ancak dünyalık peşinde koşar.
İsa aleyhisselama,
- Amellerin efdali hangisidir?
diye soruldu. O da;
- Allah'dan razı olmak ve O'na mehabbet etmektir,
dedi.
Ebu Yezid der ki;
- Hakikî muhip dünyaya da ahrete de mehabbet etmez. O ancak mevlâsına mehabbet eder.
Şibli der ki;
- Sevgi lezzette dehşete düşmek ve ta'zimde hayrete düşmektir.
Denildi ki;
- Mehabbet nefsinde kendinden hiçbir iz bırakmayıp imha etmektir. O kadar ki kendinde senden sana dönen en küçük bir şey kalmasın.
Denildi;
- Mehabbet büyük bir ferah ve beşaretle kalplerin sevgiliye yaklaşmasıdır.
Havvas dediki;
- Mehabbet iradenin yok edilmesi, bütün dileklerin ve sıfatların yanmasıdır.
Sehl dediki;
- Mehabbet Allah'ın kulun kalbinde ondan muradı anladıktan sonra müşahedesi ile tecellisidir.
Denildiki;
- Mehabbetin muamelesi dört menzilede olur: Mehabbet, heybet, haya ve ta'zim. Bunların efdali ta'zim ve mehabbettir. Zira bu ikisi ehli cennet ile beraber cennette de kalır. Diğerleri ise ehli cennetten kalkar.
Allahu Teâla Davud aleyhisselama vahyettiki;
- Ey Davud, benim zikrim zikredenler içindir. Cennetim itaat edenler içindir. ziyade nimetim müştak olanlaradır. Ben ise muhibbine mahsusum.
Hazreti Ali radıyallahu anh der;
- Resûlu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'den sünnetini sordum. Buyurdularki,
- Marifet sermayem, akıl dinimin aslı, sevgi temelim, şevk bineğim, zikrullah enisim, meşakket hazinem, hüzün refikım, ilim silâhım, sabır ridam, rıza ganimetin, fakir fahrîm, züht sanatım, yakin ku'tum, sıdık şefaatçim, tâat güzelliğim, cihat ahlâkım ve göz bebeğim namazdadır.
Mehabbet, üns, şevk ve rızanın şerhinden bu kadar söz etmek kâfidir. Kütübü sittede, Kutul kulub, İhyayı ulumuddin, Fütuhhat, Risaleyi Kuşeyriye, Ruhul beyan, Keraşi, İtgan ve Tezkiyetül evliyada da böyledir. Allah'ın salât ve selâmı efendimiz, peygamberlerin zübdesi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem üzerine ve onun eshab ve evlâdına olsun, ki onlar takva sahiplerinin öncüleridirler.__