RIZK - NUSRET - AKIL
TEVBE
HAYATIN HEDEFİ
İBRAHİM EKEN
İÇİNDEKİLER
Dragos, 30.7.2006
3
HAYATIN HEDEFİ
بسم الله الرحمـن الرحيم
الحمد لله رب العالمين
والصلاة والسلام على أشرف الأنبياء والمرسلين سيدنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين
والفوض أمري إلى الله، إن الله بصير بالعباد
رب اشرح لي صدري، ويسر لي أمري، واحلل عقدة من لساني يفقهوا قولي
İNSANIN YARATILIŞ HİKMETİ
Allahu Azimüşşan buyuruyor ki:"وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدون"
vema kalektul cinne vel inse illa liyağbidun - Ben insanları ve cinleri yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım.
Şu halde insanın bir yaratılış hikmeti var. Bu da kulluktur. Acaba kulluk nedir. Bu bir ıstılahtır (terimdir). Hiçbir ilim yoktur ki terimsiz olsun.
Kulluk: Allah ve Resulünün emir ve yasaklarına (nehiylerine) Allah ve Resulü emrettiği ve yasakladığı için, Allah ve Resulünün emrettiği ve yasakladığı biçimde itirazsız, münakaşasız ve mukabelesiz teslimiyete derler. Kısaca söyleyecek olursak kulluk bir teslimiyettir.
Teslimiyet: Bir esası, bir hükmü, bir kaideyi neticesi mutlak selamet olduğu kanaati ve inancı ile onu herhangi bir şekilde kerih görmeden, onun üzerinde ifada bir sıkıntıya bir darlığa düşmeden; bir başka tabirle eh katlanırız düşüncesine girmeden, benimseyip kabullenmeye derler. Şu halde teslimiyet kalpte tahakkuk eden kalbi bir ameldir.
Böylece tarif ettiğimiz kulluğun tezahürü de gereklidir. Bu kulluk amelle, işle, fiille tezahür eder.
Amel: Allah ve Resulünün emir ne nehiylerini Allah ve Resulü emrettiği ve nehyettiği için Allah ve Resulünün emrettiği ve nehyettiği biçimde itirazsız, münakaşasız ve mukabelesiz ifaya derler. Şu halde amel bir yapıştır, Allah ve Resulünün emir ve yasaklarını işlemedir.
Amel ve Aksiyon
Bizim son derece güzel görüp kabullenmek istediğimiz bir söz vardır: İslamiyet bir aksiyon dinidir. Hâlbuki bu Müslümanlığa bir iftiradır, tamamen bozuktur. Müslümanlık bir aksiyon dini değil bir amel dinidir. Amel de aksiyon da bir hareketin adıdır. Sanki aynı mana olduğunu zannederiz. Hâlbuki çok mühim bir fark vardır. Her hareket, her iş amel değildir. Şu halde amelin amel olabilmesi onu işlemeden evvel işleme tarzının, bir metodun, bir usulün, bir kaidenin varlığı şarttır. Yoksa gelişigüzel hareketlerin adına ne aksiyon derler, ne de amel.
İslamiyet aksiyon dini değildir. Çünkü onun kaidelerinin vazıı insandır. Müslümanlık amel dinidir, çünkü amelin kaidelerinin vazıı yalnız Allah’tır, kul vazedemez.
Zira din itikadi, ameli (fiili), fikri, ahlaki ve içtimai kaidelerin tümüdür. Şu halde kaideler 5 türlüdür. Bu kaideler Allah tarafından va’z olunup bir peygamber vasıtasıyla insanlara tebliğ edilmiş ise hak din veya semavi din, insanlar tarafından va’z olunmuş ise beşeri din veya batıl dindir. Biz Müslümanlığı anlamak istiyoruz. Onun içindir ki Müslümanlık kaideler mecmuasıdır. Bütün ilimler akılla öğrenilir. Aklın çalıştırma metoduna da fikri kaideler denir. Cenabı Hak nasıl anlayacağımızın da emrini vermiştir. Her işin görülmeyen tarafı vardır, o da onun ahlaki cephesidir. Bu kaideler Allah tarafından va’z edilip bir peygamber tarafından tebliğ edilmişse hak dini teşkil eder. Biz Müslümanlar elhamdülillah hak olan bir dinin mensuplarıyız.
İnsanın Mahlûkat İçindeki Yeri
Bütün muhatabımız insan olmak itibariyle insan nedir tarif edelim. İnsan Allahın bir mahlûkudur. Cenabı Hakkın mahlûku evvela latif (yoğunluğu olmayan) ve kesif (yoğunluğu olan) olarak iki kısma ayrılır. Yoğunluğu olan mahlûkat da iki kısma ayrılır: zihayat (hayatı, bir vitalitesi canlılığı) olan, camid olan (hayatı olmayan). İnsan kimdir şu mahlûkatın içinde; latif mahlûkat mıdır, kesif mahlûkat mıdır? Evvela kesif mahlûkattandır yoğunluğu vardır. Hayatı var, vitalitesi var; o zaman zihayat olan mahlûktur. Zihayat mahlûk da ikiye ayrılıyor: nebatat ve hayvanat. Gözle görülmesi mümkün olmayan, görebilmek için çok büyütücü aletlere ihtiyaç duyulan bakterilerden göklere set çeken ekvator ağaçlarına kadar hepsi nebatat içindedir. Hayvanat ise görülebilmek için ondan da daha büyük aletlere ihtiyaç olunan virüslerden denizleri taşıran balinalara kadar binlerce nevilere ayrılır. Bütün hayvanlar hayatları (vitalite) itibariyle birbirlerine benzerler. Ama o hayatın kendine göre özellikleri de vardır. Bütün nebatlar birbirlerine benzerler; kendilerine göre özellikleri vardır. Bütün bunlar içinde insan kimdir?
Her ihtisas dalı insanı kendisine göre tarif etmek istemiştir:
Mesela içtimaiyatçılar sosyal bir hayvandır demişler. Hâlbuki birçok hayvanatta sosyal hayat vardır. Arıların, karıncaların sosyal hayatı insanları şaşırtacak kadar mükemmeldir. Diğer hayvanların da hangisine bakarsanız aynı şeyi görürsünüz.
Psikologlar ruhsal hayattır demişler: bir sürünün içine bir sürü kuzuyu katıyorsunuz, kendi annesinden başkasının memesini almıyor. O anne de kendi kuzusundan başkasını emzirmiyor.
Mantıkçılar bu işi ele almışlar, insan konuşan bir hayvandır – hayvanı natık demişler. Ama neler konuşmuyor, hangi hayvanın kendine göre dili yok. Kur’an şahadet ediyor buna.
İnsan Mükellef Olan Hayvandır
İşte bütün kesif mahlûkatın arasında diğer mahlûkatta olmayan, yalnız insanda mevcut olan bir vasıf vardır: insan mükellef (yükümlü) olan hayvandır. Diğerleri, ne kadar mahlûk varsa insandan gayrı mükellef değildir. Onlara da insanın mükellefiyetini ifa için emrine verilmiş musahhar mahlûk derler. Latif mahlûklar içinde cinler de mükelleftir. İnsanı bütün varlıklardan ayıracak kadar büyük bir vasıf olan bu mükellefiyetin adına kulluk denir. İşte bu tarifini yaptığımız insana bu mükellefiyetini bildiren kulluğun tarifi itibariyle yapılışında üç kısım olur: taat, gurbet ve ibadet.
Kulluğun İcrası: Taat, Gurbet ve İbadet
Hem taat, hem gurbet, hem de ibadet Allahın emridir. Hiçbir güna Allahın emrinden gayrı insanın ameli olamaz. Allahın emrinin bize bildirilen ifadesine na’s derler. Na’sda o amelin yapılış şekli bildirilmemiş, yani adabı bildirilmemiş, fakat emrolunmuş, bir niyete mukarin olarak yapılması da farz ve şart kılınmamış ise böyle bir Allah ve Resul emrini ifaya taat derler. Eğer na’sda o amelin adabı insanlara bütün tarafları ile bildirilmiş, fakat bir niyete mukarin yapılması şart koşulmamış ise buna da gurbet derler; abdest almak gibi. Abdestin farzları: elleri dirseklere kadar yıkamak, yüzü saç biten yere kadar yıkamak, başı meshetmek ve ayakları da topuklara kadar yıkamaktır. Hani ya niyet nerde? Her amelde niyet vardır ama şart koşulmuştur veya koşulmamıştır. Şart demek evvela o niyet yapılmadıkça o amelin adabına girilmesi mümkün olmayan farza derler. Üçüncüsü de ibadettir. Eğer amelin bütün adabı beyan edilmiş, aynı zamanda bir niyete mukarin olarak da yapılması şart koşulmuş ise buna da ibadet denir. Şu halde bütün ef’alimiz, amellerimiz yapılış itibariyle şu üç kısımdır.
AMELLERİN NEV’İ İTİBARİYLE TASNİFİ
Bu amellerin bir de nev’i itibariyle tasnifi vardır.
Birincisi kalbi ameller;
İkincisi kavli – sözle yapılan ameller;
Üçüncüsü fiili – bir işi yaparak yapılan ameller;
Dördüncüsü de imsaki amellerdir. Yani, bir işi yapmamak suretiyle yapılan amellerdir.
Bu nev’ilerin her birinde hem taat vardır, hem gurbet vardır, hem de ibadet vardır.
Yahu bir işi yapmadan amel olur mu? İşte amelin aksiyondan bir farkı da budur. Bir işi yapmadan aksiyon yoktur ama bir işi yapmadan amel vardır. Onun içindir ki İslamiyet amel dinidir. Mesela ibadet olan imsaki amel oruçtur. Nedir oruç? Fecirden guruba kadar ibadet kastıyla yememek (yeme işini yapmamak), içmemek (içmek bir fiili ameldir) ve cinsi mukarenette bulunmamaktır. Şu halde bir işi yapmıyoruz; yapmayışımıza da amel diyoruz. Bunlar ibadetlerde de vardır ve hayatın birçok taraflarında vardır ki bu noktada ben biraz durmak mecburiyetini hissediyorum sözün başında.
İmsaki Ameller İstimraridir
Menhiyatın (yasakların) tamamı imsaki amellerdendir. Nerede ne tarzda olursa olsun: ister kalbi amellerde olsun, ister kavli amellerde olsun, ister fiili amellerde olsun nehyolunmuş şeyleri ifa etmemek imsaki amellerdendir. İçtimai hayatta haramın tamamı; bunları yapmamak bir ameldir. Hatta o kadar ki makbul olan nokta da odur, o ameldir. Bunu da bir uç olarak şuraya koyacağım, yeni bir nokta ele almak itibarıyla.
Menhiyat ile evamir arasında fark vardır. Evamir tevkitidir yani sınırlıdır, hudutludur. İmsaki amel (nevai) ise istimrarıdır, devamlıdır. Sabahleyin oruca niyet ettik, imsaki amel olmakla beraber emirdir, yemedik; ama geçicidir ibadetlerde guruba kadar. Guruba gelince o mubah olur. Menhiyattan değil ibadet için imsaktir o. Menhiyata gelince: yalan söylemek haramdır, menhiyattır. Ne zamana kadar?
Sabahtan haram,
Bir saat sonra da haram,
İki dakika sonra da haram,
Saniye de haram,
Uykuda bile haram.
İstimrarıdır, onun sınırı yoktur, tevkiti değildir. Onun içindir ki menhiyatın içinde yaptığımız amel tevkiti olmayıp istimrarı olmak itibariyle hiçbir zaman adetle tarif edilemez. Bundan dolayıdır ki Resulullah sallalahu aleyhi ve sellem bir müjde vermiştir.
‘Bir kimse bir kere Allah ve Resulü yasakladığı için bir haramı terk ederse, gücü de yettiği halde, bir kere sırf Allah için, O’na kulluk için, bir haramı terk edecek olursa onun Allah katındaki ecri yüz yıl nafile ibadetten efdaldir’.
Bu yüz yıldan maksat bir zamanı belirtmek değil, sınırsızdır onun tarifi olmaz diyor. Onun içindir ki imsaki amel olan oruç hakkında Cenabı Hak bir hadisi kutside buyurur ki:
‘Bir amelin karşılığında ben on katını veririm, yüz katını veririm, yedi yüz katını veririm. Fakat oruca gelince ‘el savmu li ve ene ecri bi’ oruç benim içindir (o imsaki ameldir) ve onun ecrini ben veririm’.
O adetle tayin edilmez. Benim şanıma yaraşır mükâfatı ancak ben veririm. Yani ona mükâfatı sınırsızdır, orucu öyle tutabiliyorsa.
Amelin İki Yüzü: Adab ve Ahlak
Dini tarif ederken dikkat edeceğimiz bir nokta var: dedik ki her işin iki yönü vardır. Ameli anlatırken bir yapılma kaideleri vardır, bu yapılışın esasıdır dedik. O görülen kısma o amelin adabı derler. Bir de her işin görülmeyen bir tarafı vardır. Ona da o amelin ahlakı derler. Mesela, namaz kılmak ibadettir. İftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, secde, kade ve selam ile bu adabı zikrettik. Ama bunun dışında bu adabı yerine getirmenin mukabilinde bir ecrin kazanılması da vardır ki o ecir bunun ahlakı ile beraber olacaktır.
Bir amelin iki yüzü vardır, bir paranın para ve tura yüzü gibi. Eğer bunun bir para ve bir de tura yüzü varsa paradır ve onda itibari bir değer vardır. Bu yüzler tamamen kaybolmuş ise artık para yoktur, o para değildir, nikeldir, maden parçasıdır. İki tarafı da birlikte varsa paradır, bir tanesi olursa olmaz. Ama bu taraflar bazen silinebilir ama yine o yüz bilinir; o zaman paradır. Bir taraf tamamen silinmiş ise öbür taraf da beraber silinmiş demektir, çünkü onun artık para gücü yoktur. İşte bunun içindir ki biz ne kadar aynen iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, sücut gibi adabını yapıyorsak da namazın ahlakından olan yüzü silinmiş ve yoksa onun adına namaz denmez. O ibadet değildir, ona bir ücret verilmez. Onun ahlaki yönünün de olması lazımdır ki o yönün adına ihlâs derler. O ne kadar belirgin ve güçlü ise o amelin mükâfatı da o kadar fazladır. Eh namaz kılayım hiç olmazsa dese namazı kılmış olur mu? Olur, ama hiç olmazsa diyecek olursa, onun da ihlâsı o kadardır, o kadar olur.
Cüneydi Bağdadi rahmetullahi aleyh hazretlerine sorarlar:
— Men ihlasu ya Cüneyd (Cüneyd ihlâs nedir)?
Elbette Cüneyd Cüneydce tarif eder:
— الإخلاص سرّ بين العبد وربه لا يعلمه ملك فيكتبه ولا شيطان فيفسده – ihlâs kul ile Allah arasında öyle bir sırdır ki onu yalnız Allah bilir, melek de onu bilemez ki sevabını yazsın, şeytan da onu bilemez ki bozsun.
İşte belirleyen sadece adab değildir. Kullukta da buna ihtiyaç vardır. Dikkat etmemiz gereken bir nokta var, o da kulluk tarifinin içinde vardı: benimsemek – teslimiyet diyorduk.
TESLİMİYET
Teslimiyeti anlatırken, onu ifa ettiği zaman neticesinin mutlak surette selamet olduğu itminanı içinde olmak gerekmektedir. Yani, selametin ancak onu ifada olduğu itminanı, kalbi tasdiki ve düşünceleri içerisindeki kabullenişe teslimiyet derler. Her amelin içinde o ameli işlediğin takdirde işleyen kişi için mutlaka selamet olduğu, hakikatin yalnız onu ifada bulunduğu itminanı olacaktır. Bu itminan yoksa teslimiyet yoktur, sadece ve sadece kabulleniş vardır. Teslimiyet tahammül - katlanmak değildir, benimseyiştir. Efendim, bıçağı çekmiş,
— Beni seviyor mu sevmiyor mu…
Gırtlağına dayamış.
— Seviyorum yahu sen çok iyi adamsın…
Ona ikrah derler, teslimiyet demezler.
Resulullahda Teslimiyet Örneği
İşte bu teslimiyetin örneğini versem olur mu bir tane. Hudeybiye’de hazreti Osman’ın gelişi bekleniyor, fakat gelmiyor. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem üzülmüş, bir kayaya dayanıp tefekkür etmektedir. Kayanın arkasına saklanmış bir müşrik sıçradığıynan kılıcı Resulullahın boğazına dayar:
— Söyle, seni kim kurtaracak bu kılıçtan?
Kılıç Resulullahın gırtlağındandır. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem haykırır:
— Kim mi? Seni ve beni yaratan, bütün mükevvenatın halikı - yaratıcısı ve hâkimi Allah kurtaracak senden beni.
Der demez şok halinde kılıcı elinden alır Resulu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem o askerin boğazına dayar. Bu sefer,
— Söyle seni kim kurtaracak?
Askerin yakarışı vardır:
— Sen kerim oğlu kerimsin. Sen asil bir yuvanın evladısın. Sana rahmet yaraşır.
İşte Resulullahın haykırışına teslimiyet, onun bu ifadesine de tahammül – katlanma derler.
Biz bu teslimiyeti hissetmeden kulluğa ulaşmamız mümkün değildir.
Hazreti Ebubekirin Teslimiyeti
İşte bu teslimiyetin örneğinde Ebubekri Sıddıkın sadakatini görürüz. Miracı anlatır Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem. Müşrikler alay etmeğe başlarlar. Peygamberiniz göklerde uçmağa başladı, şunlardan bahsetti, bunu ancak psikiyatri kliniklerinde olanlar yapar sözleri başladı. Resule bu ifade verildiği için üzüntü duyan ashabı kiram üzgünlük içinde dönerken Ebubekrin Sıddıka rastlarlar. Derler ki:
— Ya Ebabekr, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle söylüyor, değermiydi bu küffara bu sözü söyletmek.
Hazreti Ebubekr bu gelen gruptan bir tanesine sorar:
— Sen Resulullahtan duydun mu bunu?
— Duydum.
Ondan sonra döner ikinciye de sorar:
— Sen de duydun mu?
— Duydum.
Döner üçüncüsüne de sorar:
— Sen de duydun mu?
— Duydum.
— Öyleyse doğrudur, zira ben Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden bundan daha garip nicelerini tasdik ettim.
Der. Niye üç defa sordu? Çünkü bu tahkikatın yoludur. Şahadet mertebesidir. Bildirilmiştir, güvenilir insanların rivayetinde hak olan budur. Resulullahın söyleyip söylemediğini tespittir, yoksa söylediğini ve onun doğruluğunu tespit değil. Bu sözün ondan gelip gelmediğini tespit yoludur. Çünkü sünnette ve Kur’anı azimüşşanda Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme ulaşacak kadar rivayetin tespiti tetkiktir. Onun ötesindeki, Allah korusun, iman zafiyetidir. O anda artık tasdik başlar. İşte teslimiyetin tarzı da odur. Ebubekir derhal bu tahkiki, ilmin tahkikatını yapar. Resulullah söylemiştir, söylediği söz doğrudur.
Şimdi birtakım insanların gaflet içinde hadis ve sünnet imiş Kur’an değil ya değişleri gafletten başka bir şey değildir. Zira şu sözde noksan aramak demek Kur’anı inkâr demektir. Zira Kur’anı azimüşşanın tek ravisi Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemdir.
İNSANIN AMELİ BOYUTLARLA SABİTTİR
İnsanın Her Ameli Ahiret Amelidir
İnsanın bütün ef’ali, amelleri ve benzeri noktaları istisnasız boyutlarla sabittir. Allaha ise boyut nispet edilemez. Zaman ve mekân bu boyutlardan birer boyuttur. O itikadımızın beyanı halinde; Allah zaman ve mekândan münezzehtir anlayışı, kavrayışı ile tespit edilmiş, yani Allaha zaman ve mekân isnat edilemez denilmiştir. İşte insan amalinin boyutlarından birisi de mekân boyutudur dünyada. Dünya ahiretin ekeneğidir, diyoruz. Ne demek? Dünyada işlenen amellerin hasadı ahirette elde edilir demektir. Onun içindir ki insanoğlunun yeryüzünde yaptığı amellerde ahiret ameli olmayan ameli yoktur. Ne yaparsa, yaptığı her amel ahiret ameli olmak zorundadır. Bunu bilmek zorundayız.
Arıtma ve Süsleme Safhaları
Ancak, bu amellerin yapılışı yapılış itibariyle iki safhada cereyan eder. Birisine tahliye – boşaltma, temizleme, arıtma safhası derler. Bütün amellerde vardır. Birisine de takhliye - hulliyat, ziynetleme, donatma, süsleme safhası derler. Şimdi burada oturuyoruz. Şuraya gübreler doldurulmuş olsa, gazeller dolu olsa şurada rahatça oturabilirmiyiz? Evvela arıtılacak, temizlenecek; ondan sonra da yine oturamayız, buraya sandalyeler getireceğiz, masalar koyacağız, tezyin edeceğiz, süsleyeceğiz.
KALBİN ARITILMASI
Küfürden Arıtma
Bütün amellerin tahliyesi o amelin işlendiği mekândan başlar. İster fiili amel olsun, ister kavli amel olsun, ister imsaki amel olsun, isterse kalbi amel olsun hiçbir amel yoktur ki ona insan kalbi mekân olmamış olsun. Şu halde o mekânın arıtılması bu amellerin amel olabilmesinin şartlarındandır. Bu arıtma işinin, kalbin zaruri olarak arıtılmasının birincisi küfürden arıtmadır. İkincisi şirkten arıtmadır. Üçüncüsü sui zandan arıtılmasıdır. Küfürden arıtmak bir amel Allah emri ve Resulullahın tebligatı olmuş ise onu yapmakta bir mahzur olmadığı düşüncesinden kalbi arıtmaktır, hangi nokta olursa olsun, neye ait olursa olsun. Tüccar yalandan kalbini arıtacak; ‘kalbim yalanla dolu, ticaretim de düzgün olur’, olmaz.
Şirkten Arıtma
İkincisi şirkten arıtmak lazımdır. Şirk Allahu Azimüşşana ortak koşmaktır. Yeryüzünde insanoğlu arasında bittaharri sabittir ki Allahın zatına şirk koşan kimse gelmemiştir, gelememiştir. Ancak, Allahu Azimüşşanın sıfatlarını Allahın mahlûkatına da nispet etmek isteyenler gelmiştir ki işte o şirkin adıdır. Allahın kendine tahsis ettiği vasıfları vardır. Nedir o vasıf: mabudiyet. Ne demek mabut?
La ilahe illallah."لا إلــه إلا الله"
Belagatte kasır diye bir şey vardır. Yani sözün tekidi, tekidin en güçlü şekline kasır diyoruz. Edatı kasır derken innema, ennema ve benzeri edatı kasırların arasında evvela nehiy sonra ispat; illa ile ispat ediyoruz. İşte la ilahe illallah Allahtan başka mabut yoktur demek değil; çünkü burada nehiy nehyetmek için değildir, ispat içindir. Mabudiyeti nehyetmek yok, mabudiyeti Allaha tahsis etmek vardır. Onun için tercümesi mabut ancak Allahdır. İşte gönlü bu şirklerden ayırmak lazımdır.
Farkında olmadan Allahın kendisine tahsis ettiği sıfatlarını başka mahlûkata da tahsis etmek isteriz. Kendi nefislerimize nispet ederiz. Benim fabrikamda beş bin kişi çalışıyor, beş bin kişinin rızkını temin ediyoruz; işte şirkin bir nevidir. Altmışlı yıllar idi, yani kırk - kırk iki sene evvel bir Ramazan İstanbul’a gelmiştim. Allah gani gani rahmet eylesin, işadamı bir dostumun Fincancıları çıkınca Tahtakale’ye varmadan bir hanın içinde bir yazıhanesi vardı. Ben o yazıhaneye ziyarete girince baktım ki bir takım zevat oturuyor, hepsi rahmetli oldu. Beş – altı kişi Ramazan keyfi ikindi vakti vakit geçiriyorlar, evlerine iftara gidecekler. Arkadaşım,
— Hocam benim şimdi 16 milyon borcum var, ama 15 bin kişinin rızkı temin ediliyor buradan, buna bir çare bulun
dedi. Ben
— Allah Allah, Allah Allah
dedikçe son derece zeki olan bir başka arkadaş bir köşeye oturmuş kıs kıs gülüyor. Sonra soruyu soran arkadaş
— Hoca niye şaşırdın,
dedi.
— Şaşırdığımın sebebi var, ben sizi çok ihlâslı mü’min bir kimse bilirdim, ne zamandan beri Allahlık iddiasına başladınız, sen kulluğu tamamladın da rızk vermek sana mı kaldı?
dedim. Ben böyle der demez meselenin inceliğini kavradı, şöyle gözlerinden yaşlar döktü,
— tövbe, tövbe ben demedim, tövbe ben demiyorum.
Nasıl ağlıyor ama. İşte kalbin arıtılması gerekli bir nokta var ki Allahın kendine tahsis ettiği vasıfları yalnız Allaha vermek lazımdır.
Geliyorlar bana;
— Hoca babası affet bunu, namazını kılmıyor.
Ben kimim affedecek? Afiv Allaha mahsustur. Ben diyorum:
— Sen ne demek istiyorsun bana? Beni kendi nefsimde şirke mi düşürmek istiyorsun?
Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh hazretlerine birisi geliyor. Malum büyüklerin, ashabı kiramın bu menkıbeleri bize çok büyük ibretler vermiştir. Tavsiye ederim, o menkıbelerden çok okuyun. Diyor ki
— Ya Abdullah, ne olur bana hakkını helal et ben sana zulmettim. Şöyle bir alacağın var bende ödemedim, hakkını helal et, bana helal et onu.
Abdullah ibni Mes’ud:
— Hâşâ, o şeye Allah haram mı dedi, ben nasıl helal derim?
Konuşmadaki inceliğe bakınız.
— Ona nasıl helal derim! Yarabbi bu kulunda benim bir hakkım varmış, ben onu affettim, ne olur sen de affet ya Rabbi.
Yani, lafızda dahi, sözde dahi Allahın şahsına tahsis ettiği sıfatı kalpten mahlûka nispet ettirmekten arıtmak mecburiyetindeyiz.
Allah gani gani Ahmet eylesin, şefaatlerine nail eylesin, Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh hazretleri Şad da oturuyor. Biliyorsunuz Rabiatül Adviye radıyallahu anha validemizle Hasan-ı Basri arasında manevi bir bağ vardı. Şadda posta oturmuş Hazreti Hasan karşıdan Rabiayı görüyor. Ona bir latife olsun diye Hasan-ı Basri postunu kaldırıyor, Şaddın üzerine atıyor, ondan sonra üzerine oturuyor ve orada tespihine devam ediyor. Bu latifeyi hisseden Rabiatül Adviye kollarını açıyor ve üstünde uçmaya başlıyor. Hasan
— Burada da mı beni mağlup ettin ya Rabia!
Deyince, Rabia:
— Ya Hasan! senin yaptığını balıklar senden iyi yapıyor. Benim yaptığımı da kuşlar benden iyi yapıyor, ne onun sana bir faydası var, ne bunun bana bir faydası var, sen şunu anla; Allah kaç kişiye hidayet verirken seni alet kıldı.
Kaç kişiye hidayet verdin demiyor, çünkü Cenabı Hak habibine bile ‘hidayeti ben veririm’ diyor. Sen kim oluyorsun hidayet verecek? Ama kaç kişinin hidayetine seni vesile kıldı Rabbim! İşte fayda verecek olan odur. İşte bu düşüncelerden kalbi ayırmak şirkten kalbi arıtmak, temizlemektir, birinci noktası budur.
KALBİN SÜSLENMESİ
İlmen Sabit Olan Emirlerin Tespiti
Ondan sonra onun takhliyesi, süslemesi vardır. Bu donatım da, kalpteki bu donatım bir tek nokta ile olur: Cenabı Hakkın ilmen sabit olan bütün emirlerinin hak olduğunun tespitidir. Mesela, Allahu Azimüşşan esteizubillah:
Elif lam mim. Zalikel kitabü liraybe fih. Hudenlil müttegıyn
Diyor. Kitabın sıfatlarını beyan ediyor.
Bu kitap muttegıler için hidayettir,
buyuruyor. O muttegıler:
Ellezine yu’minune bil gaybi ve yugimunessalate ve yu’tunezzekate ve mimma razagnakum yunfigun. Vellezine yu’minune bima unzile ileyke vema unzile mingablik.
Şimdi burada yine o kimseler ki diyor,
sana inzal olunana inanırlar, senden evvelkilere inzal olunanlara da inanırlar.
Fakat sana inzal olunana inanırlar diye senden evvelkilere de inzal olunanlara inanırlar sözü sanki ulemanın söylediği gibi Kur’anı Kerimin icaz vasfını yok ediyor. Zira lafızda ziyade icazda hatadır. Peygamberlerine gönderdiklerine inanırlar deseydi bir lafızda belirtilmiş olurdu. Ne diye sana inzal olunana ve başkalarına gönderdiklerine de inanırlar diyor? Kalbi bu tasdikte de arıtmak zarureti vardır.
Sana inzal ettiklerine inanırlar.
Allahu Azimüşşanın Cibrili Emin vasıtasıyla sana bunları inzal ettiğine inanırlar, hepsinin hak olduğuna inanırlar. Doğru olduğuna inanırlar. Onunla amelin vacip olduğuna inanırlar.
Senden evvelkilerine de inanırlar.
Hepsinin Cibrili Emin tarafından indirildiğine inanırlar. Hepsinin doğruluğuna inanırlar. Hak olduğuna inanırlar. Ancak onunla amelin mensuh olduğuna inanırlar. İki inanç arasında fark oldu mu, oldu. Öyleyse, o da inanıyor, ben inanmakla mükellefim derse bir adam o Allahu Azimüşşanın emrini tebdil olup ona bir şirk manası vermez mi? Kalbi bu düşüncelerden, inançlardan arıtmak zaruretindeyiz.
Tasdik
İman iki manadadır. İman tasdik demektir. Neyin tasdiki? Resulullahın tasdiki, Cibrili Emin tarafından gelişin tasdiki, doğruluğunun tasdiki, hak oluşunun tasdiki, onunla amelin vacip olduğunun tasdikidir. Ondan evvelkilere inanırlar; hırıstiyana inanır, yahudiye inanır, ve benzeri dine de inanır: Cibrili Emin tarafından hazreti İsa’ya ve hazreti Musa’ya getirildiğine inanır, hak olduğuna inanır, doğru olduğuna inanır ama Allah tarafından onun nesh edilmiş olduğunu (onunla amelin doğru olmadığını) da tasdik eder. Evvela Resulullahın gelişi ondan evvelki şer’in neshi değimlidir? İki cümlenin ayrı ayrı oluşu da onun delilidir. Çünkü icaz sıfatı böylece tahakkuk etmiş olur.
Igderebetussatu ve şakkel gamer;
Kıyamet yaklaştı, kamer ikiye ayrıldı. Şimdi, kıyamet yaklaştı sözüne gelince müşrikler dediler ki bizim bundan daha fasih kelamımız var, Kur’anı Kerim bu kelamda icaz vasfını kaybediyor. İmrul Kays Suqu Okazda denetüssaati dedi. Dena üç harftir, ıgderebe beş harftir. Her ikisi de yaklaşma manasındandır. Bir manayı beş harfle ifade yerine üç harfle ifade daha fasihtir. Öyleyse ıgderebeden dena daha fasih olması itibariyle müşrikler Emrul Kaysın ifadesi Kur’andan daha fasihtir iddialarına kalkıştılar. Fakat filologlar (dilciler – lügat ehli) tahkikatını tamamladı. Dena yaklaşmak manasındadır. Igderebe de yaklaşmak manasındadır ama dena sadece maddenin yaklaşmasını ifade eder, ıgderebe hem mana hem maddeye nispet edilir. Onun için denetüssaati haşirdir dediler. Saa madde değildir, manadır, onun için denetüssatu bir belagat ifade etmez dediler.
Bütün bunların ayrıca tasdiki vardır. O tasdik nedir? İşte mesela bundan evvel gelmiş peygamberanın hak olduğunun tasdiki lazımdır. Ama bu tasdik nereye kadardır? İnzal tarzı, doğru oluşu, hak oluşu ama amelin icap veya ademi icap hakkındaki farklılık oluşu. Oraya kadar… Öbürünün de vacip olmadığı, batıl olduğunun tasdikidir. İşte şirkten kurtarmanın bir noktası, ince bir vasfı olarak bunlara da dikkat etmek zorundayız.
CEMİYETİN ISLAHI
Menhiyyatın İstimrari Olarak Terki
Bu arıtıldıktan sonra her amelde, dilde, fiilde, kalpte buna ihtiyaç vardır, gerek vardır. İçtiğimiz suyu ele alalım. Suyun içilebilmesi için temiz olması şartı vardır. Temiz olan suyun içerisine iki - üç damla şarap damlatsam içebilir miyiz? İçemeyiz. Niye içemeyiz? Su onunla necis oldu. Bu suyun yeniden necasetten kurtulabilmesi neye bağlıdır? Onun arıtılmasına bağlıdır yani o şarabın o suyun içinden takhliyesi – boşatılması lazımdır. Bunun içindir ki son derece dikkatle imsaki amellerden menhiyatın insanın kendi hayatında, ticaret hayatında, sanayi hayatında ve birbiri ile münasebetlerinde mutlak surette içtimai esasattan arıtılması istimrari olarak zaruridir, yoksa cemiyetin ıslahı, cemiyetin tashihi kabil değildir. Ne kadar süslersek süsleyelim bunun içinde iki damla necaset bulunduğu müddetçe bundan içmek caiz olmaz.
Bir cemiyet de zahit olan adamları fazlalaştırmakla tashih edilmez. Bu cemiyetin ünitesi insan olması itibariyle ıslah insanların arıtılmasına bağlıdır. Tashih oradan fasit insanları azaltmakla, yok etmekle mümkündür. İnsanlar hayatlarında menhiyattan uzaklaşmadıkça o insanların temizlenmesi mümkün değildir. Biz müşrikleri beğenmekte devam ederiz. Hâlbuki Cenabı Hak buyuruyor:
Sakın dost edinmeyin Yahudi ve Hıristiyanları.
Niye? Gönlünde şirk var mı? O halde pistir. Yok canım, çok temiz! İşte yanılgıların başı budur. Onun için ki cemiyetlerin temizliği, bunlara bağlıdır.
Arıtılmış Su Örneği
Kayseri kürsüden sordular:
— Efendim arıtılmış sularla abdest alabilirmiyiz?
Abdest alınacak suyun bir vasfı lazım: temiz olacak hem de temizleyici olacak.
— Bu benim ihtisasım değil, size haftaya haber veririm
dedim, tayyareye atladım telefon ettim, Kazokun evinde oturduk. Orda bu konunun uzmanları Ahmet Saatçi, Halit Göknil ve daha başka arkadaşlar da vardı. Hepsine sordum ve onlar anlattılar:
— Suni olarak arz içerisinden tamamen geçmedikçe bizim kaynak suyu haline getirmemiz mümkün değildir. Kanallar açtılar, tecrübe ettiler, bir taraftan filtrasyonu olan şeyler döktüler, ta uzun mesafelerden aldılar… Bir günde ancak arz içerisinde süzülme 1-cm kadar yürür,
diye bir şey işittim orada ben. Ben ilme itibar ettim, bunların bilgilerine güvendim, ertesi hafta gittim kürsüde ilmi esasatla onları anlattım.
— Arıtılmış suları her yerde kullanın, kirleri temizlemekte kullanın ama abdest almakta acele etmeyin. Kendi sularımızla abdest alın ve duş edin,
dedim.
Bazı otellerde bunlar kullanılıyor; o da artık sizin murakabenize bağlı. Eğer elbisen kirli ise, bazı temizlik mahallerinde de o suyu kullanıyorlarsa, kirli derken necis ise, necaset mevcut ise o necasetin temizleyici vasfı olmayan sularla temizlenmesi mümkün değildir. Kirin temizlenmesi mümkündür, yağın temizlenmesi mümkündür. Ama necaset dediğimiz manevi pisliğin temizlenmesi temizleyici vasfı da olan sularla mümkündür.
Dini ve Tıbbi Temizlik
1960 senesi 27 Mayıs ihtilali: Mehmet Özgüneş ihtilalcilerden ve devlet bakanı, diyanete de bakan devlet bakanı idi. Mehmet Özgüneş liseden bizden evvel mezun oldu ve mezun olduğu sene lisede öğretmen vekilliği yaptı. Orta mektep ikinci sınıfta benim matematik hocalığımı yaptı, onun için beni iyi bilir. Ankara’da topladı;
— Efendim bu din adamları da dedi kendilerine düşmeyen meseleye karışmasınlar, artık temizlik tıbbın meselesidir, kuyuya şu fare var, kırk aşırma çekersen şöyle olur, bilmem ne böyle olur diye kalkışmasınlar, onu da doktorlara bıraksınlar,
dedi. Allah Allah, delilenmemek elde değil! Biz de temsilci olarak Kayseri’den üç kişi geldik; birisi Cemal Cebeci, birisi de Çorakçı Mehmet Efendi, biride ben. Ben aralarında oturuyorum, ben izin istedim. Hani gençlik de var, 61 senesi; yani 45 sene evvel. Bizim de dumanımız başımızdan çıkıyor.
— Efendim bir iş ne olursa olsun bilmediği şeye karışmasa iyi olur
diyerek başladım.
— Evvela özür dilerim, din adamı diye bir tabir yoktur İslamiyet’te. Dini ilimlere sahip âlimler vardır. Çünkü her tevhit getiren adam din adamıdır. Müslümanlar arasını tefrik etmeyiniz, ayırt etmeyiniz. Ulema diye bir vasıf vardır, ilim sahipleri vardır. Hiçbir ilim adamı da bu temizliğe müdahale etmez, elbette gereklidir. Bir tıbbi temizlik vardır, bir de dini temizlik vardır. Tıbbi temizlik maddelerin bakteri ve virüsten arıtılmış olması demektir. Dini temizlik ise necasetten ve hadesten arıtılmış olmaktır. Bunun için bir kova suya bakteri ve virüslerden uzak bir bardak şarap dökseniz tıp laboratuarlarına gönderseniz size verecekleri rapor temiz raporudur. Zira bakteri de yoktur, virüs de yoktur. Ama dinen necistir, ne abdest alırsanız abdestiniz abdest olur, ne de guslederseniz guslünüz gusül olur. Bu hadesten temizlemez. Hiçbir dini ilim adamı da tıbbi temizliği reddetmez ve de onların işine de karışmaz. Fakat müsaade ederseniz ihtisas sahiplerine hürmet göstersinler, dini meseleyi de din ilim adamlarından öğrenmeye çalışalım, tahrif etmeyelim.
O zaman kimse kapıdan başını çıkaramadığı bir devir. Ceketim yırtılacak zannettim, bir taraftan Çorakcı bir taraftan Cemal Bey şöyle çekiyorlar; ‘otur yahu ne ediyorsun’ diye. Neyse, Allah rahmet eylesin Özgüneş;
— İbrahimi bilirim benim talebem, çok zekidir, onun ilim anlayışını da bilirim. Zaten biz de dini meseleye müdahale etmek istemiyoruz,
dedi.
— Efendim, dini din âlimlerine bırakınız,
dedim.
— Anlıyorum arkadaş söyletme, bunlar sürçü lisandır, hata olabilir, fakat biz dini meseleye müdahale etmek düşüncesinde değiliz,
dedi.
Örnek Müslüman Olma Gereği
İşte insanlar istimrarlı olan yasakları, imsaki amelleri muhafaza etmedikçe cemiyetin hiçbir safhasının temizlenmesi mümkün değildir. Buna ihtiyaç vardır ve insanları bu tarzda eğitmek lazımdır. Buna nerede dikkat edeceğiz: evimizde, sokakta, her yerde. Bunun bir tek hali vardır: o da her mesleğin içinde o mesleğin örneği olmaya gayret edeceğiz. Yani ana örnek Müslüman anası olacak, baba örnek Müslüman babası olacak, memur örnek Müslüman memuru olacak, amir örnek Müslüman amiri olacak; hâsılı herkes İslam’ın örneği ile hareket edecek. Çünkü örnek insanları tashihin bir noktasıdır. Bundan dolayıdır ki Cenabı Vacip Teala ve Tekaddes hazretleri bize öyle emreder:
Legad kane leküm fi resulullahi usvetün hasene - Allahın Resulünde sizin için en güzel vardır.
Bu ne demektir? O’nun sünneti bize hâkim olmalıdır. Düşüncelerimize, kalbimize, dilimize, vücudumuza, evimize, işimize her sahada yalnız sünnet hâkim olmadıkça o medeniyeti tashih etmek kolay olmayacaktır zannederim.